Kyoto'ya Geri Dönüş: Bir Şehir Nasıl Özlenir?

Kyoto'ya Geri Dönüş: Bir Şehir Nasıl Özlenir?


Döndüm. Kyoto'ya, sevdiğim şehre geri döndüm. Seyahatim sırasında en azından bir kaç kez daha yazabileceğimi düşünmüştüm bloga, ancak bunun çok da mümkün olmadığını bir kaç gün geçtikten sonra anlamıştım. Hareket halindeyken ancak notlar alabildiğimi ve zihnimi düzenlemek için çok da zamanım olmadığını fark etmiştim, bölük pörçük notlarımı da paylaşmaya gerek yoktu elbette, illa ki yazacağım sonra dediğimden. 

İki haftalık gezime kaldığım yerden devam etmeden önce dönüşümün bende yarattığı hisleri yazmam gerekiyor. Belki de başka coğrafyalara uzanmama bile gerek yok, başka coğrafyaları yazmama da, sonsuza kadar Kyoto'yu yazabilirim, hep Kyoto'yu anlatabilirim, kendisi bitmeyen, tükenmeyen, enerjisini içinde yaşatan ve kendinden bulan, dingin bir coşkunluğa sahip olan bir şehir çünkü. Aşık olduğum şehir.

                             




Seyahatim sırasında aralıklarla karşıma çıkan kaotik ülke manzaraları da etkili olabilirdi elbette Kyoto'ya özlemimde, ancak bundan başka içimde kend kendine Kyoto'ya dair biriken bir özlem alanı yaratıldığını fark ediyordum. Bu şehirde biriktirdiklerim, şehirden dışarı çıktığımda o alanda kendi kendilerini var edecek şekilde görüntüler yerleştiriyordu oraya ve ben şehri düşündükçe o alana başvuruyordum, baktığımda şehri özleyen bir kadın görüyor, düşsel bir bellekte içimde yaratılan şehir görüntüleriyle avunuyordum. Ben Kyoto'yu özlüyordum ve yol boyu aslında özlem biriktiriyordum ve özlemimin düzeyinin ne boyuttta olacağını anlamak için yollara çıkmak gerektiğini dönüş anımda fark ediyordum. 

Bütün bu karmaşık hisleri yönelttiğim Kyoto ile ilişkimi düşündüm, ben kesin aşık olmuştum. Hissettiğim şey, geçen haftalarda Osaka'dan Kyoto'ya gelen arkadaşım Meriç'in bana söylediği şeye verdiğim cevabın ta kendisiydi. "Bu şehir çok güzel, burda aşık olmalı insan", demişti Meriç. Haklıydı bir yandan, şehir çok güzeldi, ve insanın nehir kenarında yürüyüşler yapacağı ve yoğun bir şeyler hissettiği biri olursa yanında şehir daha da güzel olabilirdi ancak ben bu şehirde kimseye ihtiyaç duymuyordum. Çünkü şehrin kendisine aşıktım. Sanki yanımda biri olursa ve ben o birine bir şeyler hissedersem Kyoto'ya olan hislerimi ikiye bölmüş olacaktım, oysa ben şimdi onu tam yaşamak istiyordum. Ona yönelik hislerimi de bir yeryüzü insanıyla paylaşmaya niyetim yoktu, şehrin fiziksel varlığı ve bendeki düşsel etkileri, bana tatminkar bir aşk vadediyordu.

 Ben attığım adımlarla, bisikletimin izlerinde, ağacının seyrinde, nehrinin dalgasının sesinde bu aşkın içinde salınıp duruyordum, sessiz ve derin bir aşktı yaşadığım. Ötesi ancak Kyoto'ya dair yeni, o ana kadar görmediğim, duymadığım, bilmediğim bir ses, bir iz yakalamak, o izlerin peşinden şehirde kaybolmak olabilirdi.






Başka bir sese, kişiye, duyguya ihtiyacım yoktu. Daha kendisinin tanışmadığım öyle çok yüzü vardı ki, heyecanım ve keşif duygum ancak ona yönelikti, çünkü kendisi asla tek değildi, bir şehrin içinde, çok şehir, çok kimlik, çok varlık, çok duygu ve çok hikayeydi. Şehirlerin de birden fazla yüzü olurdu elbette, tekli bir kimlikten bahsetmek bir şehir için hep zordu, ancak Kyoto'nun sunduğu çokluklar kendisinden başka herhangi bir şehirdeki çoklukla rekabet etmeyecek kadar  kendine özgülükte bir çokluğu resmediyordu. Aşık olanın, karşısında olmayanı da gördüğü ve mübalağa ettiği bir ruh haline girmiş olabilirdim, ama öyle ya da böyle hissetiklerim bunlardı. Kyoto'ya duyduğum aşk cinsiyetler arasına sıkıştırılmış aşkları da yapıbozumuna uğratarak aşk tanımlamamda devrim yaratıyordu, ben ne kadındım ne de erkek, aşık olduğum şehri de cinsiyetiyle tanımlamıyordum, biz onunla hepsi olabilirdik, heteroseksüel, homoseksüel, transeksüel, biseksüel, aseksüel ve daha fazlası. Aşk, ne bir cinsiyete hapsedilmeliydi ne de bir kimliğe, ben onunla cinsiyetsizdim, kimliksizdim, bütün cinsiyetlere ve cinsel yönelimlere eşit mesafedeydim, bu nedenle bütün cinsel yönelimlere sahip olabilirdim, hiç biri olmayabilirdim, ancak yine de bu aşkı yaşıyordum. Kimliğimin gerçekten bir anlamı yoktu, anlamı olan tek şey yaşadığımız paylaşımlardı.  

Üstelik, Kyoto'ya duyduğum hislerin bana bir aşk ilişkisinde içine girdiğimiz rollerimize dair de öğretici bir niteliği olduğunu düşünüyordum. Yapılan en büyük hatalardan biri olan sahiplenme duygusuna dair eğitiyordu beni Kyoto. Bu duyguyla baş etmeyi zaman içinde kendi kendimize öğretmeye çalışırız ya, yine de bazen baş edemediğimizi görürürüz, o taptığımız varlık sadece bizimle olsun, bize ait olsun isteriz. Kyoto'ya dair bu hisleri tersinden okumaya, tersinden tecrübe etmeye çalışıyordum. Bu şehri benim kılmaya değil, kendimi bu şehirde kılmaya ve bu şehri elimden geldiğince paylaşmaya karar vermiştim. Bu hem zorunlu bir kabulden ileri geliyordu hem de bu bilinçsel dönüşümü hayatımın her evresinde uygulanabilir kılma istemimden ileri geliyordu. Zorunlu kabul, Kyoto'yu tek sevenin ben olmadığım gerçeğiydi. Bu şehir popüler bir turizm durağıydı, global ölçekte en çok ziyaret edilen şehir ünvanı alıyor, Japonya içinde de gelenekselliği ve Japon kültürünü barındırmasıyla diğer bütün şehirlerden farklı bir yerde bulunuyordu. Seviliyordu, tercih ediliyordu, her açıdan bin bir çeşit fotoğrafları çekiliyordu, hakkında kitaplar yazılıyordu, güzel sokaklarında yürüyüşler yapılıyor, dağlarında tırmanışlar gerçekleştiriliyor, Japon kültürünün izleri bir Geyşa fotoğrafında, bir samuray gösterisinde, bir zen bahçesinde takip ediliyordu. Onlar, yüzler, milyonlar bu şehirde bir şeyler aramanın, bulmanın, takip etmenin peşinde, hareket edip duruyordu. Benim bu şehri herhangi bir şeyden, herhangi birinden kıskanmaya asla hakkım olamazdı. Ben bu şehri asla sahiplenemezdim, asla böyle bir düşünceye bile yer vermemeliydim. Zaten bu kadar güzelliğin sadece bir kalemde, bir yazıda, tek bir kişide ifade edilmeye çalışılması, tekli bir aşka sıkıştırılmaya çalışılması ona da yapılan bir haksızlık olurdu. Bu zorunlu kabul, sahiplenmenin yanlışlığını ve yıpratıcılığını bilen zihnimde ama zaman zaman bunu hayata geçirmekte zorlanan benliğimde bir bilinçsel dönüşüm yaratma istemiyle birleşince, tüm bu süreçleri tersinden okuma sürecim başlıyordu: şehri çoğaltmaya katkıda bulunmak, şehirdeki güzellikleri paylaşmak ve böylelikle şehrin çoklu kimliğine yeni sesler, yeni beğeniler, yeni kişiler, yeni yazılar karışmasına aracı olmak. 

Sahiplenmenin farklı biçimlerini yolculuğum boyunca da gözlemlemiş, şehirle ilişkilerde savunduğum görüşlerin aslında ikili herhangi bir ilişkide başladığını yeniden fark etmiştim.  Uzun bir yolculukta yanımızdakiyle elele, gözgöze, sadece iki kişi olmak bir tercihtir, ancak yanımızda yolculuk yapanlara uzanmak, onlarla yeni kelimeler bulmak bir zenginliktir, bir çoğalmadır. Bu yaşantı biçimlerinden ikincisi bana göre daha kıymetli olandır. İki kişi zaten birliktedir ve birbirinden öğrenme süreci hep devam eder, ancak kalabalığın ortasında da bu ikiliği  yaşamak aslında bir yerinde sayma, hatta ötesinde bir geriye gitmedir. Bu ikiliği çoğaltmak ancak yeni insanlara, yeni seslere, dışardan gelenlere açık olmakla mümkündür. 

İkili ilişkilerde çoğalma olarak gördüğüm farklı seslere "birlikte ya da tek başına" açık olmanın şehirle olan ilişkilerimizde de geçerli olduğunu fark etmiştim.. Sonsuza kadar Kyoto fotoğrafları çekebilirdim, sonsuza kadar Kyoto'yu yazabilirdim, ancak bütün bunları Kyoto ve ben, kendim arasındaki sınırlı bir düzleme sıkıştırırsam aynı ikili bir ilişkideki ikiliğe sıkışıp kalmışlık ve dış seslere kapalılık gibi, kendi içimde kapalı ve sahiplenmeci bir aşk yaratmış olacaktım. Oysa ki yapmak istediğim, düşünsel süreçlerden geçerek beni de mutlu edeceğini fark ettiğim yöntem bu değildi. İkili bir aşkın da ikili benliklerden sıyrılarak, sanatla, kültürle, dostlarla, şehirlerle, kelimelerle, başka bir düzleme aktarılarak yaşanmasının daha gerçek bir aşk yaratacağını düşünen ben, şehri çoğaltmak, şehrin güzelleşme sürecine minik katkılarda bulunmak istiyordum, şehri kendimin kılmak değil. Ancak bu şekilde ona duyduğum aşkın da inandığım aşk türü olduğunu kendime kanıtlayabilirdim. Bir fotoğrafta, bir yazıda, bir yürüyüşte her seferinde Kyoto dile geliyordu ve bu dile gelişin aktarıcısı olmalıydım, Kyoto seslerinin çokluğunu birinin değil herkesin kılmalıydım. Üretilen, yeniden yaratılan, çoğaltılan aşkların şehri olmuştu bu şehir hep. O hep öyle olacaktı, bu sürece katkı veren onu en çok anlayan ve dinleyen olabilirdi benim nazarımda, ve ben onu anlamak ve dinlemek istiyordum.

Şehre ayak bastığım anda içime üşüşüveren bu düşünceler, "haydi git ve kendine ait izler bulmaya devam et bu şehirde" diyordu. Ben şimdi yeniden, aşık olduğum şehirde, hem kendimin hem şehrin kendisinin seslerini bulmak üzere bisikletime atlamış, nehir kenarında yolculuklarıma kaldığım yerden devam ediyordum. 

Kyoto gelir gelmez de en sevdiğim tapınaklarından olan Shimogamo Shrine'daki bir festivaliyle karşılamıştı beni. Sanki bana, "henüz bana dair çok az şey yaşadın ve yazdın, neden gittin Endonezya'ya ve Malezya'ya" der gibiydi. Ancak ben nasıl onu çoğaltmaya çalışıyorsam, onun da beni çoğaltmaya çalıştığını biliyordum. Başka ülkelere gidişimde de aracı bir niteliği vardı sonuçta, Kyoto'ya gelmesem, belki de baska bir yere hic gitmeyecektim. Birbirimizi sakinleştirdik, birbirimize yönelik içimizdeki anlamları saklı kılarak, yolculuklarımıza devam edecektik.

Ben şimdi, onun beni karşılama törenine yer verecek, sonra yolcuklarımdan devam edecektim. O ise başka başka kimliklerle buluşacak ancak hep beni bekleyecekti. Ben onu böyle bir çoklukla sevmiştim, sevmeye devam edecektim.

Bugünün Kyoto'sundan kareler...





















Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kadına Yönelik Şiddet, 14 Şubat ve Japonya'da kadın-erkek ilişkileri üzerine

Kenzaburo Oe, Kişisel Bir Sorun

Fuji Gölleri ve Fuji Dağı'na Tırmanış