Kadına Yönelik Şiddet, 14 Şubat ve Japonya'da kadın-erkek ilişkileri üzerine


Kadına Yönelik Şiddet, 14 Şubat ve Japonya’da kadın-erkek ilişkileri üzerine

Doğrudan biribiriyle alakalı olmayan  ancak bir şekilde zihnimde içiçe geçmiş konular üzerine yazacağım bu sefer. Keza Japonya’ya ilişkin yazacaklarımın çıkış noktası kendi ülkemin ortasında işlenen bir cinayet. İnsanlığımdan utandığım bir olayın yaşandığı ülkemdeki görüntüler, Japonya’daki 14 Şubat algısına ve bunun arka planına götürdü beni. Her iki ülkedeki şiddet, perde arkasındaki ataerki ve kadın-erkek ilişkileri.

Özgecan Aslan’ın öldürülmesinden bahsediyorum. Mersin’de, Çağ Üniversitesi’nde Psikoloji bölümü 1. Sınıf öğrencisi olan Özgecan Aslan, eve gitmek üzere arkadaşıyla minibüse biniyor. Arkadaşı minibüsten önce iniyor ve Özgecan yola devam ediyor. Sonrasını, önce bilmiyoruz. Ablasına mesaj atıyor yolda olduğunu söylemek için, “annem merak etmesin, 20.00’de Mersin’de olacağım” yazıyor. Söylediği saatte evde olmayınca annesi merak ediyor ve polise başvuruyorlar. Mersin-Adana-Tarsus arasında yolcu taşımacılığı yapan minibüsün sürücüsü 26 yaşındaki Suphi Altındöken önce otoyala nasıl çıkacağını soruyor jandarma noktasında durup, söyledikleri yer yerine ormana doğru gitmeleri üzerine polis durduruyor ve aracı arıyor. Kan izlerine rastlıyor, önce 2 yolcunun kavga ettiğini o yüzden kan izi olduğunu söylüyor sürücü ve serbest bırakılıyorlar. Özgecanın kayıp bilgisi üzerine jandarma minibüsü yeniden arıyor ve içinde Suphi Altındöken’in babası Necmettin Altındöken’le 20 yaşında Fatih Genç adında birini buluyor. Aramada Özgecan’ın şapkası bulunuyor ve babasına gösteriliyor, babası teyit edince tutuklanıyorlar...Ve sonra itiraf ediyorlar, sürücü Suphi Altındöken’in Özgecan’a tecavüz etmeye çalıştığını, Özgecan’ın karşılık verdiğini, ve bıçaklayarak öldürdüğünü, babası ve arkadaşından yardım istediğini ve cesedini benzin döküp yaktıklarını ve Çamalan köyü Alman mezarlığı yakınındaki Cin deresi yatağına attıklarını...

Rakamlar artıyor, olaylar oluş biçimleriyle farklılık gösteriyor ancak sonuç değişmiyor, kadın cinayeti. Türkiye evet güvenli bir ülke değil her anlamda, ama bu ve bunun gibi meseleler sadece bir güvenlik meselesi olmaktan da uzak. Tek başına minibüsle yolculuk yapan bir kadın. Bunun gerçekleşmesi için gerçekten güvenli bir ülkenin korunaklı alanına mı ihtiyaç var? İtalyan Pippa Bacca’nın gelinlikle çıktığı  “barış” yolculuğunda Gebze’de tecavüze uğrayıp öldürülmesini anımsatıyor. Ancak o kadar uzağa gitmeye gerek yok Türkiye’de bir erkeğin bir kadına tecavüz etmek/etmeye çalışmak sonrası öldürmesinin örneklerini çoğaltmak adına. Türkiyeli ya da değil, Mersin’de ya da Gebze’de, otostop yaparken ya da minibüsle giderken, bisikletle giderken ya da yürürken, bir barda içerken ya da sokakta seyir halindeyken, iken, iken..., üzerinde pantalon varken ya da yokken, etek varken ya da yokken.. Nedenler ya da koşullar, özelikler ya da durumlar hiç biri bu olayları açıklamıyor. Böyle bir neden-sonuç ilişkisi yok şiddetin arkasında. Ve hiç bir zaman da olmayacak. “Şiddetin nedenleri” gibi bir söylem de o nedenle şiddeti rasyonalize eden bir anlam taşıyor, bunu ifade etmek istemese bile. Ancak “şiddetin nedenlerine yönelik algılar” la açıklamamız gerekir bir şiddet vakasını. Bunu medyanın yapmasını umabilecek kadar kadın merkezli habercilik yapan kurumlar olsaydı keşke. Biannetten başka bilmiyorum. Bunu da neden yazdım, okuduğum son haberde “nedenleri araştırılıyor” yazıyordu. Neyin nedenini araştırıyorsunuz? Neden öldürdüklerini mi yoksa “kadın acaba ne yaptı da bu gerçekleşti” yi mi? Sonsuza kadar araştırabilirsiniz. Ancak böyle bir soru geçersiz bir soru. Çünkü şiddetin tek nedeni var, o da ataerki. Farklı olaylarda farklı şekillerde karşımıza çıkıyor sadece. Bu olayda cinsel açlık içindeki erkeklerin tek başına yolculuk eden bir kadına tecavüze kalkışabilecek ve sonra gerçekleşen olayları yapacak cesareti bulacak kadar içlerine içlemiş bir ataerki bu. Tecavüz de haktır, öldürmek de, neden, aslolan erkekliktir ya, bunlar da erkekliklerin gösterilme biçimleridir. Ezberimiz bozuldu gerçekten. Hiç bilmiyorduk bunları, yeniden hatırlatmanız, hem de bu şekilde hatırlatmanız, bir kadın cinayetiyle daha hatırlatmanız.. Ezberimizi bozdu, hiç bilmediğimiz bir şey gördük...

Türkiye’de kadına yönelik şiddet yüzde 35’lerle 40lar arasında seyrediyor.  Kayıtlara yansımayan şiddet olaylarının olduğunu da  düşünürsek, AKP döneminde şiddetin artmasının gün gibi ortada olduğunu da hesaba katarsak, bu ve benzeri bir  olayın her gün ama her gün benim, senin ya da onun, tek ortak noktamız kadın olmak olan herkesin karşılaşabileceği bir şey olduğunu da görürüz. Özgecan’ın tabutunu bırakmayan kadınlar, hepimiz her gün Özgecan’ız diyen herkes şimdi Türkiye’de kadın olmanın günden günde zorlaşan anlamıyla mücadele ediyor.  Şiddet, coğrafyasızdır, temel savım, bu ne bir kültüre atfedilmelidir ne de bir topluma ve coğrafyaya. Çünkü ataerkinin bütün bunları aşabilmek gibi lanet bir gücü var, ancak şu da bir gerçek, bazı toplumlarda ataerkil dediğimiz ne varsa sürekli olarak yaşanıyor ve bu toplumun ataerki hastalığına tutulmuş erkeklikleriyle hortlak gibi canlanıp duruyor. Türkiye’nin toplumsal dinamiklerinde de bu hortlağı besleyen, ataerkiye hizmet eden alışkanlıklar, yaşantılar, yansımalar var, bu örnekte cinselliğe yansıması var mesela. Ve her yerde farklı tezahürlerde karşımıza çıkan bu ataerki, Özgecan’da da bu yansımayla karşımıza çıktı. Aa, ama Türkiye’de şiddet o kadar da çok değildi değil mi? Almanya’da daha çoktu sanki? Malum yüksek mercilerden öyle buyurmuşlardı, burası bir şiddet ülkesi değildi, neden bunlar öne çıkıyordu.

Şiddetin kökeninde ataerki var, ama Türkiye şiddetin farklı biçimlerde karşımıza hep çıktığı, bizim ülkemiz. Ve bu hep böyle olmayacak. Bu değişecek, bir gün, ne zaman bilmiyorum, ancak azalacak, azalacak ve değişecek. Böyle düşünmek istiyorum. Yakınlarda okuduğum Japonya’daki şiddet haberleriyle bu resmi birleştirmek kaygısı gütmüyorum, ancak iki ülkede de şiddetin ortak tek noktası var, tüm dünyada şiddetin ortak tek noktası olduğu gibi; ataerki.

Japonya’da kadına yönelik  fiziksel şiddet oranı 2008 rakamlarına göre 33.2. Türkiye ile benzer aralıklarda diyebiliriz. Japon feminizmine dair daha sonra ayrıntılı yazacağım ancak Türkiye ve Japonya toplumsal cinsiyet eşitliğinde sınıfta kalan ülkeler. 28 Ekim 2014’te açıklanan Global Gender Gap Index’e göre Türkiye 142 ülkenin içinde 125. sırada, Avrupa ve Orta Asya’yı içeren 46 ülke içinde en düşük sırayı almayı başarmış. Japonya da 104. sırada. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin farklı alanlarında karşılaştırılabilir bu iki ülke, hangisinin diğerinden daha kötü durumda olduğu anlaşılabilir bu karşılaştırmalarla. Ama ortaklıkları, ataerkinin farklı alanlara yansıması ve  gündelik hayata, eğitime, politikaya, kadının çalışma hayatına, şiddete yansımaları da farklılık gösterecektir ataerkinin. Yine de kendisinin değişmeyen varlığıyla.

Japonya’da şiddetin farklı bir yüzü daha var, yine bu farklı demografik yapısıyla da ilişkili. Neden ifadesini kullanmamaya özellikle gayret ediyorum, çünkü şiddetin farklı yüzünün de burda farklı rasyonalize edilme biçimleri var, ancak bunlar şiddetin nedeni değil. Demografik yapının toplumsal soruna dönüştüğü noktada, kişiler toplumsal bir yara halini halan bir şiddet biçimi üretiyorlar.

Bunun adı da “elderly murder” ya da “murder-suicide.” Birincisi sadece bir yaşlının öldürülmesi, ikincisi yaşlının öldürüldükten sonra öldüren kişinin intihar etmesi anlamına geliyor. Burda bahsi geçen yaşlılar, yaşlı çiftler. Karı-koca. Ve, evet, öldürenler- erkek!  Açıkçası henüz bir kadın yaşlının kocasını öldürdüğü haberiyle karşılaşmadım, okuduklarım ve duyduklarım “cinayetlerin” hep erkekler tarafından işlendiği yönünde. Kadınların uzun yaşama süreleriyle de alakalı olarak yaşlılıklarında alzheimer ya da çok daha ciddi rahatsızlıklar yaşıyorlar ve karı-kocadan oluşan hanelerin artmasıyla da paralel olarak, bakım işini eşler üstleniyor Japonya’da. Bu artan bir eğilim. Kadınlar hasta olduğunda, sevgili eşleri, onları bu yükten kurtarmak için, öldürüyorlar! Ve de bunları çook sevgi dolu bir ömür geçirdikleri için, çok sevdikleri bu kadınların daha fazla acı çekmemesi için yaptıklarını belirtiyorlar!  Ve işin en acıklı tarafı da, aynı bizim pek kadın dostu medyamız gibi, burdaki medyada da “bunun haklı bir eylem” olduğuna dair bir dil ve söylem kullanılması! Sanki gerçekten ortada bir sevgi varmış ve bu cinayet bu sevgiyi çok iyi şekilde resmedermiş gibi yansıtılıyor medyaya. Japon feministler elbette bunu kadına yönelik aile içi şiddetin bir unsuru olarak algılıyorlar. Ancak toplumda bunu özendirici bir eğilim olduğundan bu tür cinayetler sürekli olarak yaşanıyor. İkinci cinayet türünde erkekler yine öldürüyor ve sonra kendileri intihar ediyorlar. Bazen arkada bir not bırakıyorlar, yine bunu çok sevdikleri için yaptıklarına, aslında bunu eşinin istediğine, ikisinin de kurtulduğuna dair. Ancak bu tabloda ne eksik? Kadınların bunu gerçekten isteyip istemediğini hiç bir zaman bilmiyor oluyoruz! İstediklerini varsaysak bile, bu bir tartışma konusu, isteseler, ötenaziye kadar gider bunun tartışması. (Bazı ülkelerde ötenazi kararını ailenin vermesi, bazı ülkelerde kişinin kendisinin vermesi dolayısıyla.) Ancak kadınların rızası olup olmadığını bilmekten bağımsız olarak, bu  vakalar, yaşlılıktaki sorunların bahane edilmesiyle kadına yönelik aile içi şiddeti resmediyor.
************
Özgecan Aslan’ın öldürülmesi haberi ve Japonya’da da yine bir yaşlının karısını öldürmesi haberi, kadın dostu olmayan bu iki ülkeye dair ataerkide birleşen ve farklı toplumsal koşulların yarattığı şiddet biçimlerini düşünmeye sevk etti beni. Japonya’daki 14 Şubat algısı da yine toplumsal cinsiyet üzerine düşündürdüğünden, bu üç farklı yazıyı tek yazıda birleştirmeyi terccih ettim sanırım.
************
Günlerdir Japan Times ve Japan Today’da okuduğum yazılar Japonya’da çikolata tüketiminin “Valentine’s Day” dolayısıyla ne kadar arttığı, Japonya’nın sevgililer günü algısının batıdakinden nasıl farklı olduğu, çünkü burda kadınların erkeklere çikolata aldığı, hatta elleriyle yaptığı ve aman da bunun Japon erkeklerini ne kadar mutlu ettiği yönünde. İki çeşit çikolata varmış, biri Giri-choco (obligation chocolate) imiş, arkadaşlara, meslektaşlara, yakınlara verilirmiş, bir de Honmei-choco varmış ki, o sadece erkek arkadaşlara, sevgililere, kocalara verilirmiş. Çünkü honmei-choco aşkı yansıtırmış. Tüm bu sevgililer günü tüketimi çılgınlığından uzak durmak adına, sadece görmek için bile Kyoto’nun en hareketli yerlerine gitmeyi reddettim, ancak burda online alışveriş de çok popüler olduğundan, İsetan, Marui gibi online alış veriş sitelerinde de envai çeşit çikolata resmi görmek mümkün zaten.  Çikolata alışverişi yapan kadın resimleri de.  
Şunlar internetten bulduğum kimi resimler:









 Bu çılgınlık Japonya’da 1950’lerde başlamış, çikolata üreticileri ürünlerini pazarlamak için bu günü değerlendirmek üzere böyle bir trend başlatmışlar ve anlaşıldığı üzere bu “tutmuş.” Japonya, şu anda Asya’daki en büyük çikolata pazarını elinde bulunduran ülke. Bu günün karşılığı amacıyla bir de “White Day” var Japonya’da, o da 15 Mart’ta kutlanıyor. Bu günde de sadece erkekler kadınlara çikolata veriyorlar ancak sadece beyaz çikolatalar. Yanında çiçek ya da işte her türlü kadına verilecek hediye de (!) olabiliyormuş tabii. 14 şubat çılgınlığını geçeceğini ve Japon erkeklerinin Japon kadınlar kadar bu güne özeneceklerini düşünmesem de, o gün geldiğinde izlenimlerimi paylaşırım.

*********
Bu sene için bu trendin farklılaştığına dair haberler de var, yazının sonunda yine paylaşıyorum. Bir grup erkek Tokyo’da bu günü protesto etmiş, bu tüketimi, kapitalizmin tüketim çılgınlığını. Ancak yazının odağını da kaçırmamak lazım, bu protesto bekar  ya da partneri olmayan erkekler tarafından yapılıyor! Bu durumda neyin protesto edildiği bence gözden kaçıyor, protesto etmeyi düşündükleri şey gerçekten kadınların erkeklere hediye alması ise, erkeklerin partneri olup olmadığına bakılmaksızın protesto edilmesi gerekir. Ya da protesto eden erkekler sevgilileri olan, ama sevgilileriyle birlikte bu sürecin içine girmeyi reddeden erkekler  olmalı.  Bir partnerlilikte kadınların çikolata vermesi protestosu resmi çizmesi açısından. Ancak böyle bir protesto bana gerçek anlamda bir protesto gibi gelir. Bekar erkeklerin bu günü ve trendi protesto etmesinde karşı çıkılan şeyin ne olduğu gözden kaçıyor. Japonya’da partnersizlik bir sorunken, partnersiz erkeklerin protesto edişlerinin ön plana çıkması, sanki onların elde edemediği bir partnerli olma hali var ve  bu partnerliliğin kutsanış biçimine karşı çıkıyorlar gibi algılanıyor. Kakuhido adındaki bu grubun ingilizcesi de bu teoriyi doğrular gibi: Revolutionary Alliance of Men that Women Find Unattractive (Kadınların çekici bulmadığı devrimci erkekler girişimi gibi çevrilebilir).  Bizdeki “Biz Erkek Değiliz” girişimi gibi gerçek anlamda verili değerleri sorgulayan bir girişim ummamalıyım elbette, Japonya’daki toplumsal cinisyet kodlarının nasır tutmuş taraflarını da gören biri olarak.  Ancak yine de bu çikolata çılgınlığı sorgulanacaksa, bu pazarın hedef kitlesi olmuş kişilerin de eylemliliğe ihtiyaçları var.
*********
Benim gelmek istediğim asıl nokta aslında kadınların bu trendin bir parçası olmalarına yönelik. Japonya’daki kadın-erkek ilişkilerinde erkekler daha sessiz, çekingen ve sevgilerini, aşklarını dile getirmek konusunda asla girişken ve hevesli değiller. Gözlemlerim, okuduklarım ve duyduklarımı harmanlayarak paylaştığım bu izlenimler için zaman zaman okuduklarımı da paylaşmalıyım ancak mesela, yazının sonunda paylaştığım linklerin birinde Japonya’da erkeklerin "seni seviyorum" demesinin pek de mümkün olmayışın farklı nedenleri anlatılıyor, Japonya’daki bir “dating”  sitesinin 165 kişiyi dahil ederek yaptığı online araştırma kapsamında. Bunların arasında, bizdeki “erkek adam ağlamaz” misali, “erkek adam aşık olmaz” dan tutun da, “ama ben bunu söylemek için çok çekingenim”e, “bunu söylemeye gerek yok” a kadar uzanan nedenler var. Yine ekte paylaştığım bir yazıda paylaşılan örnek Japon erkeklerinin yaklaşımını çok güzel açıklıyor: Natsume Soseki, Japon edebiyatının önemli yazarlarından, İngiltere’ye gidiyor ve İngiliz edebiyatı öğreniyor, öğrencilerine de ingilizce öğretiyor. Öğrencileri ingilizce bir roman çeviriyorlar. Öğrencilerinden biri “I love you” ifadesini Japoncaya  ifadenin gerçek anlamıyla çeviriyor. Ancak Soseki Japonların bunu bu şekilde söylemediklerini belirtiyor ve “I love you” ifadesini,  gerçek anlamı yerine, “ay (moon) çok güzel, sence de değil mi?” olarak çevirtiyor.
Bu örnekte genel “Japonlar” ifadesi geçiyor ancak diğer bilgilerle birleştirince bu örneğin Japon erkeklerinin sevgiyi ifade ediş biçimlerini resmettiğini düşünüyorum.
Bir başka örnek de medyadan. Ancak tabiki medyadaki bu örnek de Japonların gündelik hayatlarından izler taşıyor Japon erkeklerinin ev içinde eşlerine “mama”, “anne” diye hitap etmesi. Video, Japon kozmetik firması Pola tarafından Japon kadınlarının, “mama” olarak çağrılmaya alışan kadınların, kendi isimleriyle çağrıldıklarında nasıl tepki verdiklerine dair yapılan bir araştırmayı gösteriyor.
Videoda, ev içi rollerle tanımlanan Japon kadını, çocuklarına bakıyor, onlara yemek getiriyor, eşine de hizmet ediyor tabii, ve bu süreçte de çocuklar annelerine “mama” diye seslenirken, eşleri de “mama” diye sesleniyor. Videonun ikinci kısmında erkekler birden eşlerine  isimleriyle hitap etmeye başlıyor. Ve videonun verdiği mesaj, bu hitap şekliyle kadınların nasıl değiştikleri, yüzlerinin aydınlandığı ve mutlu oldukları. Bir sahnede, kadın inanamıyor ve “ne dedin sen” diyor, tekrar söyle mahiyetinde, erkek yeniden söylüyor adını, kadın mutlulukla gülümsüyor sevgili kocasına.
Bu kısa video aslında çok şey söylüyor; hem kadınların  nasıl çocuk bakımı ve ev işleriyle tanımlandığını, hem kadınların bunu nasıl içselleştirdiğini, erkeklerin söylemleriyle bu rolleri nasıl yeniden ürettiklerini ve kadınların bu döngüden çıkmak konusunda bir farkındalık ve direnç göstermediklerini, ev içine ait rollerin kendi ismiyle bile aralarında bir mesafe yaratmasını, bu nedenle kendi isimlerine yabancılaştıklarını  ve aynı zamanda kendilerinin “anne ve ev kadını” olmak rolünden çıkmalarının kontrolünü de yine nasıl erkeklere verdiklerini ve erkeklerin bu süreci kontrol etmelerine direnç göstermeyişlerini. Ve son olarak aslında kendilerine uzaklıklarından, erkeklerin kendileriyle kurdukları ilişkilerinden de beklentilerinin ne kadar düşük oluşunu.
Bir diğer veri, Japonya’da partnersizliğin giderek artması ve kadınların da erkeklerin de sekse olan ilgisinin giderek azalması. Japonya Aile Planlaması Kurumu tarafından yapılan bir araştırmaya göre 16-24 yaş arasındaki Japon kadınların %45’i sekse ilgi duymuyor ve sekse ilgi duymayan erkeklerin oranı kadınlardan daha fazla.
Ayrıca Japon erkeklerinin iş hayatında çok zaman geçirmeleriyle alakalı olarak, evde geçirdikleri ve aileleriyle ilgilendikleri süreleri gösteren çalışmalar da var ve bu süreler çok kısıtlı. Ayrıca çocuk sahibi olduktan sonra eşler arasında cinsel ilişkinin tamamen bittiği de Japon kadın-erkek ilişkileri ekseninde öne çıkan tartışma konularından biri.
Japonya’da partnersizlik çok önemli bir sorunken, özellikle kadınlar için evlilik hala en önemli kurumlardan biri. Evlilik Japon toplumu tarafından da teşvik edilen ve kutsanan bir kurum. Türkiye’deki evlilik dinamiklerinden kimi açılardan farklılık gösterse de (mesela burda evlilik dışı çocuk yaygın olmasa da, hala bir tabu olsa da, eğer ki, yolun sonunda evlenilecekse, evlilik yolundayken hamile kalmak toplum tarafından tuhaf karşılanmıyor, bu kabul edilebilir bir şey ve bizim anladığımız anlamda “evlilik dışı ya da evlilik öncesi çocuk” gibi algılarla dışlanmalara yol açmıyor), evliliğin önemsenmesi açısından iki ülke de benzerlik gösteriyor. Kadınların çalışma hayatına katılımı da çok sınırlı olduğundan, hele ki, çocuk sahibi olduktan sonra işi bırakma bir gelenek gibi yaşandığından (Japon kadınlarının %70’i ilk çocuklarından sonra işi bırakıyor), hatta iş yerlerinde evlenen ve çocuk sahibi olan kadına yönelik düzenlenen özel “işten ayrılma partileri” var- kadınlar için çalışmak değil de evlilik kutsal.
Ancak mesela yine kadınlara yapılan görüşmeleri içeren bir videoda, Japon erkeklerinin olumlu özellikleri nelerdir? gibi bir soruya, “randevuya zamanında gelmeleri” gibi cevap verenlerin olduğunu da düşünürsek, Japon erkeklerinin aslında onlar için de  o kadar da çekici olmadıkları anlaşılıyor, iyi özellik olarak akıllarına “randevuya zamanında gelmeleri” geliyor!
Ancak evliliğin bu kadar kutsal olmasından ve partner bulmanın zorluğundan ötürü, bir Japon kadını sevgili edindiğinde belki de onu kaybetmek istemiyor, çünkü evlenmek istiyor. Ve sevgililer gününde partnerine en güzel çikolatayı almak yarışına katılmak da bu oyunun bir parçası olabilir. Neden olmasın?
Japon erkekleriyle ilişkilerinde kendilerini çok da iyi hissetmeseler de bu ilişkilerin içinde kalmak için kapitalizmin bir ürünü olan sevgililer günü çikolatalaşmasının bu denli  parçası olmalarını, bir anlamda Stockholm sendromunun bir başka boyutu olarak değerlendiriyorum. Stockholm sendromundan burda şiddeti ya da kötü muameleyi kastetmiyorum, öyle olmak zorunda değil, ancak bu iyi bir anlam taşımayan bir şey kesinlikle.  Ama Japonya’daki kadına yönelik fiziksel şiddet oranını, yaşlı erkeklerin yaşlı eşlerini hastalandıklarında öldürme eğilimlerini düşünürsek bu stockholm sendromu kelimenin gerçek anlamıyla da karşımıza çıkabilir. Minimum ölçekte, Japon kadınları Japon erkekleriyle ilişkilerinin hayal  ettikleri gibi olmayacağını bilseler de, bu döngünün parçası olmaya devam etmek ve üstelik bu "mükemmel" ilişkilerine zemin hazırlayacak ya da hali hazırdaki "mükemmel" ilişkilerinin devamlılığını sağlayacakmış gibi çikolata çılgınlığının bir parçası olmak, aslında videodaki kendilerine yabancılaşmalarının başka başka boyutlarda da karşımıza çıkabileceğini gösteriyor. Bu nedenle de bütün bu sosyal nedenlerin (partnersizlik, sekse ilgisizlik, ev içinde az zaman geçirme  ama bunlara rağmen evliliği kutsama) kötü ya da beklentinin çok düşük olacağı bir ilişkide kalmalarına neden olacak bir stockholm sendromu izleri taşıdığını düşünüyorum. Ve sevgililer günü çikolatalaşmasının öncülerinin kadın olmasının geleneğe dönüştürülmesini de stockholm sendromunun çarklarını döndüren bir ara basamak işlevi gördüğünü.
Değişir mi? Ya da mutlaka böyle midir? Elbette hayır, farklılıklar ve istisnalar her zaman var, bütün bu çikolata çılgınlığını salt kapitalizmin ilişkiye yansıması olarak da görüp geçebiliriz ancak kadınların bu meseleyi bu kadar sahiplenmesinin ve Japon gazetelerinin sevgililer gününü bu kadar önemsemelerinin altında, Japonya’daki bu sosyo-demografik nedenlerin yattığını düşünüyorum.
Bir de, tabi, Cumhuriyette çıkan şu haberin de beni Türkiye-Japonya ölçeğinde bir şiddet ve sevgililer günü yazısı yazmaya ittiğini söylemem gerekiyor, ekteki Cumhuriyet haberinde atılan şu başlık: Türk erkekleri Japonya’ya gitmek isteyebilir! Neden? Çünkü ah maalesef, Türkiye’de erkekler hediye almak zorunda kalıyormuş sevgililer gününde, ama Japonya’da kadınlar alıyormuş. Türk erkekleri mümkünse daha doğru bir ifadeyle Türkiye’deki erkekler mümkünse otursunlar, herhangi bir yere gidip kendilerine çikolata veren kadınlar aramak yerine, kendi zihniyetlerini değiştirsinler, erkekliklerini sorgulasınlar. Bu, dünyanın her yerindeki erkeklik algısı için geçerli. Bu anlamda da sevgililer günü haberleriniz de, sevgililer gününü özendirici haberleriniz de batsın demek istiyorum.
********
Bir yerlerde kadınlar öldürülüyor, bir yerlerde başka kadınlar öldürülüyor, ve bir yerlerde erkekler hala daha kadın-erkek ilişkilerine yön verme gücünü ellerinden tutuyorlarken, bu sevgililer günü patlamaları beni sinirlendirmekten ve düşünmekten çok ötelere taşıdığından, bu yazıyı da tüm sevgililer günü kutlayanlara armağan etmek isterim. Bütün dünya birbirine hediyeler alıp versin, çünkü zaten kadın ve erkek ancak bu günlerde hatırlar birbirlerini, kadınlar ölürken başka coğrafyalarda, birileri sevgililer günü kutlar, 8 mart da yaklaşıyor, sevgiller günü kutlayanlar, 8 martımızı da kutlamayı ihmal etmeyin olur mu? Malum, bu günler sadece kutlamak için var,  hayat da kadın olmak da ne güzel demek için var. Kadın olmak evet, güzel, ancak cinayetlerin, tecavüzlerin olmadığı coğrafyalar ötesi bir düzlemde güzel kadın olmak. Bir coğrafyada cinsellikte iktidar kurmaya yansıyan ataerkinin yüzünü,  başka coğrafyalarda yaşlı kadınların öldürülmesine yansıyan ataerkinin başka yüzünü, ataerki biçimlerinin farklılıklarını yaşarken ve görürken  güzel değil kadın olmak. Bütün bu şiddet biçimlerinin ortadan kaldırıldığı dünyalarda güzel kadın olmak. Erkekliğin sizin söylemleriniz ve iktidarınızla hortlak gibi sürekli karşımıza dikilmediği coğrafyalarda.
********
Yazıda bahsettiğim durumların, örneklerin geçtiği yazılar, daha fazla okumak isteyenlere:







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kenzaburo Oe, Kişisel Bir Sorun

Fuji Gölleri ve Fuji Dağı'na Tırmanış