Yazmanın Zamansızlığı Üzerine
10.07.2016
Yazmanın Zamansızlığı Üzerine*
Yazarlar ne
zaman yazarlar sorusunu kendime sorarım zaman zaman. Hem kendi yazın sürecimi
incelerken, hem de yazma sürecinin inşasının yazarların hayatlarında kendine
özgü hikayeler barındırdığını ve bunun yazma sürecinin temel taşlarndan biri
olduğunu düşündüğüm için.
Yazarın asıl
işi midir yazma eylemi? Asıl iş denilen
şeyle yazma arasında nasıl bir ilişki vardır? Yazarlık bir meslek halini
alabilir mi? Alırsa ne zaman alır? Yoksa yazarlar yazabilmek için hep dış
dünyada kendilerine iş bulabilmek ve kendilerine yazma alanları yaratmak
zorunda mıdırlar?
Yazmak çok
boyutlu bir eylem olsa da, yazma sürecinde yer alanları, tam zamanlı olarak
yazanlar ve de dış dünyadaki fiziksel varlıklarını sürdürebilmek için,
ilgilendikleri için ya da sadece başka bir şey daha yapmayı sevdikleri için
başka bir dünyası daha olanlar ve bu dünyadan kalan zamanlarda yazanlar olarak
ikiye ayırabilir miyiz?
Harper Lee ve Umberto Eco aynı tarihte yaşamdan çekildiler.
Her ikisinden geriye kalan röportajlarda yazma zamanlarına ilişkin iki temel
mesele vardı izlediğim.
Harper Lee çalışmak için 1949’da New York’a taşınıyor
ve bir bilet acentesinde çalışmaya başlıyor. Çalışmaktan yazmaya fırsat
bulamıyor ama herkes onun yazıya düşkünlüğünü biliyor. Derken arkadaşları
Michael ve Joy 1956 yılında ona inanılmaz bir Christmas hediyesi veriyor;
verdikleri hediye Harper Lee’nin bir sene çalışmadan geçinebilmesini sağlayacak
miktarda bir para. Hediyenin yanında bir de not var: “ Ne olursa olsun bir yıl
işini bırak ve yaz lütfen. Christmas’ın kutlu olsun.” Bu Harper Lee için
gerçekten büyük bir ödül oluyor ve kendisi bu ödülün karşılığını dünyaya
“Bülbülü Öldürmek’i” yazarak veriyor.
Umberto Eco’nun
başka bir hikayesi var. Ortaçağ estetiği ve göstergebilim uzmanı Umberto Eco,
yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Thomasçılık akımı ve bu akımın estetik
anlayışı üstüne yapıyor. Tarihçiliğinin, felsefeciliğinin yanında James Joyce
üzerine de araştırmaları var ve bir söyleyisinde; “ben felsefeciyim;
romanlarımı sadece haftasonları yazarım” diyor.
Harper Lee ve
Umberto Eco iki ayrı uçta yazma örnekleri sergiliyorlar, Lee kendini sadece
yazmaya verirken, Eco hayatının akademisyen kimliğini inşa eden zamanlarından
kalan diğer zamanlarını edebiyata ayırıyor. Ve her ikisinin yaşam öykülerinin
içinde yer açtıkları zamanların dünyaya sundukları hediyeler olarak ölümsüz
kitaplar kazanıyor edebiyat tarihi.
Sosyal
bilimlerdeki iş-yaşam dengesi kavramını, edebiyat ve yazı dünyasında
gerçeklik-edebiyat dengesi olarak okuyorum zaman zaman. Kendi yaşamsal
gerçekliğimizle edebiyatı buluşturabildiğimiz bir alan açabiliyorsak, edebiyatı
ve yazma eylemini yaşamsal gerçekliğimizin ortasına koyabiliyorsak, bu iki yaşam
alanı içiçe geçebiliyor ve ruhumuzu edebiyatla beslediğimiz saatler,
yazabildiğimiz saatler kendilerini yaratıyor. Ancak gerçekliğimizin içine
edebiyatı koyma biçimimiz bizden çok fazla zamansal fedakarlıklar istiyorsa, o
noktada gerçekliğimiz çıldırmışlığımızın nedeni haline gelebiliyor. Keza bu gerçekliğin ta kendisi yazdırmayan,
yazma zamanlarımızı çalan, bizi hayatın içine çeken ve çekildiğimiz hayatlarımızda
yazacak ellerimizi başka bir işin ucundan tutan eller haline getiren bir
gerçeklik halini alabiliyor. Yaşam karşısında yazıda kalmak hep bir mücadele
alanı gerektiriyor o yüzden.
Ancak günümüzde
de başka basamaklardan çıkarken ve o basamaklarda attıkları güzel adımlarla
tanıdığımız ama aynı zamanda edebiyat dünyasının içinde de kalıcı yerleri olan
pek çok değerli yazar var. Erendiz Atasü Türk Edebiyatı’na roman, öykü, deneme
alanında pek çok eser kazandırmış, eserlerinde edebiyat ve kadın sorunlarını
işleyen, akademik yaşantısını ise başka
bir kolda Eczacılık Fakültesi’nde Farmakognozi ana bilim dalında devam ettirmiş
Türk Edebiyatı’nın en önemli
isimlerinden. Erendiz Atasü kendisiyle yapılan bir röportajda yazıyla
ilişkisini şöyle anlatıyor:
“Benim için
yazmak yemek yemek, uyumak gibi zorunlu bir yaşam faaliyetidir. Hem sığınağım,
hem mücadele silahımdır. Her gün mutlaka bir şeyler yazarım. İlla roman ya da
öykü pasajları değil, bazen günce, bazen deneme, makale; bazen mektup.
Yazmadığım gün, düzenli spor yapmaya alışık bir insan bu eylemden mahsur
kalırsa nasıl gövdesinde eksiklik hissederse, ben de öyle hem bedenimde hem
duygularımda bir boşluk, bir yaşanmamışlık duyarım.”
Bu
anlamda yazı aslında ona zaman ayrılan
bir iş olmaktan çıkıp, kendi zamanını yaratan, benliğimize, varlığımıza,
tırnaklarımıza yapışmış bir zamansızlık unsuru olarak karşımıza çıkıyor. O
yüzden de yapılan başka bir meslek aslında yazıyı hayatımızdan çıkarmıyor,
ancak başka bir alanda karşımıza çıkan yaşam deneyimleri hayatımıza yeni
sözcükler kazandırıyor ve bunlar üstümüzde taşıdığımız, anlatılmak için
zamanını bekleyen hikayelerimizden birinin sözcükleri olarak büyük denklemde
yerlerini buluyor.
Şebnem
İşigüzel, Sema Kaygusuz gibi yazarlar gerçeklik ve edebiyatı iç içe yaşarken,
Murat Gülsoy Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü’nde
öğretim üyesi olarak görev yapıyor ve biyofotonik alanında çalışıyor. Yaratıcı
Yazarlık atölyesinde ders veriyor ve edebiyat dünyasına eserler kazandırmaya
devam ediyor. Ve her iki grubu da örnekleyen daha pek çok yazar var.
Gerçeklik ve
edebiyatın nerde iç içe geçip, nerde ayrıldığı, edebiyatın kendini yaşamımız
içinde ne zaman görünür kıldığı ve ne
zaman gerçekliğimizin bir parçası haline geldiği, yazmanın zamansızlığında
saklı.
Bu anlamda
yazmak, sözcüklerle yaşayanlar için kendi kendini yaratan bir süreç halini
alıyor ve geride kalan her şey yaşantının bir başka düzlemini oluşturuyor.
-
*http://www.edebiyathaber.net/yazmanin-zamansizligi-uzerine-isil-bayraktar/
kendi kişilikleri ve yaşam amaçlarıyla yaptıkları işi birleştirebilen insanlar bence gerçek başarıyı yakalmış kişilerdir. sözlerine katılmakla birlikte bu hayal gücü ve yaratıcılık gerektiren bütün uğraşlar için geçerlidir diye düşünüyorum. Hayal gücümüzü beslemek için dış dünyadan kopamıyoruz ancak bir taraftan da yine 'realite' gerçeklik veya dış dünya dediğimiz bu mefhum bizlerin zamanını alarak yaratıcılığımıza en büyük kötülüğü yapıyor diye düşünüyorum. okuması çok keyifli bir yazıydı, teşekkürler...(Bilgecan)
YanıtlaSilmerhaba bilgecan,
Silyorumun için çok teşekkürler. işte ben gerçeklik dediğimiz bu kavramın zamanımızı alırken ve yaratıcılığımızı engellememesinin yollarını ararken, gerçek hayattan beslenmenin yollarını bulmak ya da gerçeklikten kopmak meselesini tartışmak istediğimden yazmıştım bu yazıyı. hani, her iki yaşam biçimini hayatına entegre eden yazarların varlığını bilerek, hangisinin bir yazarı kendine özgü yazma biçimine ulaştıracağı tartışması. O anlamda, aslında vardığım sonuç, gerçeklikten kopmak bütünüyle mümkün değilken, bu tırnak içindeki gerçeklikten başka gerçeklikler yaratmanın mümkün olabileceği, ancak bu dünyanın bizi kelimelere ulaştırdığı yönünde. en azından bunun mücadelesidir yazanlara hayat. nice yazılarda buluşmak üzere... ışıl.