Oyuncağın İzinde
Ankaralı Gezginler
3, Ankara’dan Gezi Yazıları, Timur Özkan (eds), Pelikan Yayıncılık, s.165-175,
Haziran 2007
Işıl Bayraktar
OYUNCAĞIN İZİNDE
Bu yazı, hayal gücümüzle başbaşa kaldığımız zamanlar
yaratıp, oyuncakları bu zamanların baş kahramanı yapmak ve böylelikle yolumuzu
Ankara’daki Oyuncak Müzesi’ne çevirmek adına kaleme alınmıştır...
Düdüklü şeker.
Tahta at. Çıngırak. Kukla. Kurmalı tren. Kurşun asker. Gemi - hep gemi. Boncuklar.
Beşik. Bebek. Bebek evi. Kova, kum ve kürek üçlüsü. Kumbara. Palyaço. Fatoş
bebek. Oyuncak şehirler. Ve oyuncak. Ve ötesi...
Herkesin kendi
dünyasıyla ilintili oyuncak. Dışarıdan kimse yok. Sen ve oyuncak var. Birlik var oyuncakta.
Oyuncakla insanın birliği. Komşu çocuğu işin içine girse bile kendi kendine
yaratılan dünyalar ve yaratılan dünyanın baş kahramanı olmak var. Özgürlük var
oyuncakta. Küçüksün ya da büyüksün. Sadece kendi yaşındasın ve oyuncak senin
dilediğin yaşının arkadaşı. İstediğin
diyaloğu kur onunla. Tahta atına bin ve uzaklara git, kağıttan gemi yap,
sonra ona bin ve yine git... Kurmalı trenini kur ve sonsuza kadar kurulmuş
kaldığını düşle, yine git ve git treninle... Oyuncakta düş var. O yüzden kolay
gitmek... Bir gezginin sahip olduğu en değerli şey oyuncakları mı yoksa? Gezmek, hayatta oynanan en büyük oyunun adı
değil de ne? Ondan mı gezmeyi seven gezginin, oyuncak trene, tahta ata, oyuncak
gemiye bağlılığı?
Oyuncak kendi
anlamını yaratıyor işte böyle. Ben kendi oyuncak tarihime dalıyorum, sonra da
oyuncakların tarihine dalıyorum ve sonra yine oyuncakların geleceğinin olması
adına- bir sorumluluk adına kendimce- yazdığımı hatırlıyorum bu yazıyı. Ve
geçmişle geleceği, tarihle kültürü, oyunla gerçeği ve merkezindeki “düş”ü
yazmaya karar veriyorum...
Uçan balonlarım
geliyor aklıma. Bayramlardaydı sanırım. Tahtadan dönme dolapların olduğu, elle çevrilen
dönme dolapların olduğu zamanlardı, elimde hep düdüklü şekerim. Şekeri mi daha
çok severdim, düdüğü mü? Bilmiyorum, şimdi hala ikisini de seviyorum... Dönme
dolaba düdüklü şekerimle binişlerim sonrasına denk geliyor hep uçan balonlara
dair anılarım. Odamın tavanına kadar çıkışları yetmezdi bana, balon uçsun, ama
benimle uçsun isterdim. Gökyüzünde kaybolduğunda patlamış olabileceğini
düşünmezdim hiç. “O başka bir dünyaya gitti.” “Ve bekle - geleceğim.” Şu an biliyorum, yüzlerce uçan balon
gökyüzünün çocuklar için ayrılan bölümünde- bir başka “ötesi”nde- beni
bekliyor... Ve ne zaman uçağa binsem onları arıyorum, kimlerin “uçan balon
öteleri”ni bildiklerini düşünüyorum...
Oyuncak gemim yanı
başımda. Haritaları bilmezden önce gemim vardı. Sonra haritalarım oldu.
Haritayla gemi aynı anda olunca, düşsel gemi yolculuklarının gerçek olma
ihtimali kolaylaşıyor “hayal” de. Jules Verne’in yazdıkları yetmez oluyor,
senin ona yazdığın mektuplar başlıyor oyuncak kağıtlara... Ve mavi oluyor
kağıtlar, yazımın ilk halinin yazıldığı kağıtların rengi gibi. Gemiden ve
haritalardan (gidilecek okyanuslardan) ve yolculuklardan bahsederken “oyuncak”
la bütünleşen anlam tamamlansın diye...
Kalemtraşlarım
dünya şeklinde oldu hep, kalemliğime sığdıramazdım, komşu çocuklarına da vermezdim;
herkesin kendi “dünya”sı olmalıydı ve benim için de “benim olan” ve “içinde
benim olduğum” bir dünyaydı onlar... Bencilce
duran ama özgürce ve en çok çocukça eylemim...
Tahta atım oldu mu
hatırlamıyorum, sonradan bir Truva atım olmuştu, tahta atın ortaçağın en tutulan oyuncağı olduğunu
bilmediğim zamanlarda... Belki de hatırlamıyorum... Çünkü hatırladığım
yaşlarıma gelince at sevgisi sardı beni, nitekim arkadaşım da oldular, koştuk
birlikte ve isim bile buldular kendilerine; “Sakarya” dedim hepsine. Geçmişle
bir bağ mı kurdum, çocukluğumu gelecekte mi yarattım, geleceğim de mi çocuk
oldu ve hep çocuk mu kaldım, hiç bilemedim... Sevdim ve seviyorum... Tahta
atlara saygıyla...
Kurşun askerleri
önce kitaptan tanıdım. Mavi kapaklı bir kitaptı. Büyük. Çocuk edebiyatıyla da
oyuncağı bağdaştırmışlığımın kökleri belki de. Oyuncaklar ve düşler, düşler ve
hikayeler... Bir tek bacaklı askerde odaklanan bakışlar, kaleme odaklanıyor ve
tek bacaklı askerle prensesin aşkı doğuyor sözcüklerle. Oyuncak yazını
yaratıyor. Yazın oyuncaktan besleniyor... Çocuk ikisini de harmanlayabildiği oranda
çocukluğunun bilincine ve güzelliğine varıyor... Çünkü oyuncak da hikayeyi
içine alıyor. Çocuk ise hem oyuncağı hem hikayeyi. Ve nihayetinde kendi “düş”ü
ona eşlik ediyor...
Mavi deniz kovası
ve kırmızı bir kürek hatırlıyorum bir de.
Kumdan oyuncak da başlı başına bir çocukluk tarihi. Keşke hiç bozulmasa
kumdan kaleler ve çocuklukla bir olan kumdan oyuncakları, oyuncak müzelerine
koyabilsek...
İsimleri vardı
bebeklerimin. Görmedik biz. İçi saman dolu bez bebekleri. Ama Selin bebeğim
vardı benim. İnce, uzun. Seçtiğim bebekleri düşünüyorum, Fatoş Oyuncak
Sanayii’nin kurucusu Fatma İnhan’ın “Çocuk her zaman kendine benzeyen bebeği seçer”[1]
dediğini öğrenince. Çok bebeğim vardı
diye hatırlıyorum ama hak vermiyor da değilim Fatoş İnhan’a. Bazı bebeklerimin
adı “Işıl”dı çünkü.
Bebeklerden
bahsederken bebek evini düşünmeden edemiyor insan. Yine, sahip olduğum bir
bebek evi hatırlamıyorum ben. Ama gözümün önünde bir bebek evi fotoğrafı
canlanmayı başarıyor, gerçeğe yakın ve aslında gerçek. Oda, mutfak, yuvarlak
bir masa, tülden perdeler, açık renk mobilyalar ve koyu renk duvarlar, askıda
iki üç çeşit kadın-bebek kıyafetleri... Kız çocuklarının gelecekteki ev kadını
misyonluğunu teşvik eden bir oyuncak olması yönünde bir eleştiri alabilir bebek
evleri. Tek açıdan bakmamak gerekiyor diye düşünüyorum, bebek evlerine. Bunlarla
oynayan kız çocuğu ev kadınlığını yüceltecek diye düşünmek tek bir anlayış, oysa çocuğa çeşitlilik sunulabilir, hayatın
minik bir tarafı olduğu gösterilebilir... Ayrıca uçan balon, uçak, gemi ya da
tren de konulabilir kız çocuğunun oyuncaklarının arasına... Dünün her iki çocuk
çeşidiyle [cinsiyetin oyuncaklarıyla] oynayan kız çocuğu, derinlerde oluşturduğu haşarı ve evcimen
kimliklerle, gelecekte oluşturacağı çoklu kimliğin temelini oluşturuyor
olabilir...
“Uçağa binmekte
olan bir araştırmacının evde yaptığı yemeğin kokusu, yemeğin tadını alan
çocukların ve kocasının mektubuna siner, kadın uzakta, özlemle gözyaşlarını
silerken, evdeki çocuklar annesinin odasındadır ve onun oyuncak gemilerine,
trenlerine bakarlar...Ve kadın
döndüğünde elinde bir sürü yeni oyuncak vardır, yeni düşler ve yeni
hikayelerle.” Nitekim oyuncak tarihi üzerine kitapları olan Jane
Fredlund da bebek evleriyle ilgili şöyle der: “Bir bebek evi oyuncak olmaktan
çok daha fazla bir şeydir. Bir bebek evi geçmiş zaman evleri konusunda bilgi
veren minyatür bir kültür tarihi belgeselidir.” [2] Oyuncağın gücünde saklı
olan kelime bu işte; kültür tarihi belgeseli olmaları tüm oyuncakların. Çocukluğun
tarihiyle paralel giden tarihi eserler...
Ve kumbara. Oyuncak
kumbara ve kumbara. Her zaman sevimli geldiler bana. Her zaman kumbaraya atacak
bozuk param olurdu küçükken, kağıt paralarımı daha çok görünüyorlar diye bozuk
paralarla değiştirdiğimden. O paralarla kumbarayı sevdim ben. Ve hep kumbaram
oldu. Kum-ba-ra. Çok melodik bir adı var. Ve daha da sevdim onu bu şiirle:
“yol kenarındaki /
yağmur mazgallarını / kumbara sanıp / harçlığımı atardım / bu yüzden en çok / denizden
alacaklıyım”
Sunay Akın’ın bu
şiirini sevişim o İstanbul’da bir Oyuncak Müzesi kurmadan önceydi. Kurduktan
sonra daha çok sevdim.
Oyuncaktan önce
oyun gelir. Ya da oyundan önce oyuncak. Sıralama yapmak boşuna belki. Paralel
birbirine. Birbirlerini geliştirirler ve birlikte ilerlerler. Bu yüzden
önemlidir ikisi de çocukluğun tarihinde. El kuklasıyla oyuncağa sevgiyle
bakarsın, bir kaç el bir araya gelir ve tiyatro başlar; oyun oyuncağıyla
ilerler.
Uçurtma ve bilye
de oyuncağın tarihinde vazgeçilmezlerimden. Bilyeye “atak” derdik bizim
oralarda -İzmir- ve ben hep abim ve onun arkadaşlarıyla oynadığımı
hatırlıyorum. Hep yenilirdim ama ısrarla da oynardım. Bir kocaman kutu atak hatırlıyorum eskiyi
düşününce. İrili, ufaklı, rengarenk, cıvıl cıvıl. Halıda ve sokakta
oynadığımız. Biz büyüyünce kuzenime vermişti abim onları. Sormuştum bir keresinde
“ne oldu o kadar atak” diye, hiç göremeyince. “Üttürdüm” demişti bana.
Gülümseyerek yazıyorum bu kelimeyi. Oynarken yenildim ve kaybettim anlamına
geliyor “üttürmek.”
Uçurtma ise adıyla
aşık etmeye yetiyor beni, kendisine. Uçuruyorsun ve sen de uçuyorsun aslında.
İplerin birbirine dolanma ihtimaline aldırmadan hep çok ip alırdım, daha
yükseğe çıksın diye...
“Laleli bir/ içeriye
gir/ ipten tut/ dışarıya çık.” Uçurtma ipiyle geçirilen zamanlardan sonra, ip
atlanan zamanlara geçildi. Ve ilkokul yıllarında hep devam etti...
Neden önemli bu
kadar oyun? Çocuk kırıyor, döküyor belki de oyuncağı. Ama düşünüyor
nihayetinde. “Neden böyle çalışıyor” ya da “nasıl bozdum ben bunu” diye. En
büyük amacına oyuncak, çocuk onu eline alır almaz ulaşıyor. Bir şeyler öğreniyor
her şeyden önce. Nasıl çalıştırılacağını ya da çalıştırılamayacağını. Çocukta
uyandırdığı merak hayatı da merak etmesini sağlıyor çocuğun. Ve eğlendiriyor
öğretirken. Kilit nokta bu değil mi? Eğitim sistemiyle bir şikayetimiz
olduğunda hep, “eğlenerek, sorgulayarak öğrenmek istiyoruz” demiyor muyuz? İşte
oyuncak bunu, en başından, en küçükken ve en temelden yapıyor...
Oyuncakları
seviyorum ve biliyorum, ben bunları yazarken bana bakan Winnie the Pooh’um,
tavşanım ve ayıcığım (isimlerini söylemeyeceğim) da birbirlerini seviyorlar.
Oyuncaklarla
iletişimimi hep güçlendirdim belki de ben farkında olmadan. Çocuklarla ilgili bir sivil toplum örgütünde
çalışırken çocuklar için toplu oyuncak seçiminde gönüllü olmuştum ve yüzlerce
oyuncağın içinde bulmuştum kendimi. Ve düşünmeden, hangisi olsun çelişkisine
düşmeden kuklalar, ayıcıklar, arabalar, bebekler, toplar, ev eşyaları, saatler,
legolar arasında dolaşmak ve onları seçmek, “oyuncaklı bir dünya” da yaşamak
hissi gibiydi ve oyuncağın adı her geçtiğinde o hissi hala içimde taşıdığımı farkediyorum...
Oyuncakların
izleri kendi çoklu tarihlerini yaratıyor işte böyle her kişide. Kendi kişisel
yolculuğumda ilerlerken, oyuncağın çoklu yolculuğu düşüveriyor aklıma. Yolculuk
biz insanlara mı has yani sadece? Biliyorum böyle olmadığını. Yaşamın da
kültürü var ve biz onun içinde olduğumuz için yolculuğumuz devam ediyor. Ve
oyuncağın da kültürü var, o da yaşamın içinde ve o da yüzyıllardır evriliyor,
gelişiyor, değişiyor... İşte çocuğu yaşama hazırlayan oyuncakların da salt
oyuncak olma gerçeklikleri var ve bu yüzden çıktığı yolculukları... Müzeler
giriyor işte bu noktada devreye. Oyuncağın kültür tarihini gösteren oyuncak
müzeleri ve maalesef Türkiye’de pek ilgi çekmeyen ve geliştirilmesine çalışılmayan
oyuncak müzeleri...
Ankara’da, Ankara
Üniversitesi’nin Cebeci kampüsündeki Eğitim Bilimleri Fakültesi içinde yer
alıyor Oyuncak Müzesi. Müzeyi, 1990
yılında Ankara Üniversitesi’nde akademisyen olan ve çocuk kültürüyle ilgili
araştırmalar yapan Bekir Onur kurmuş. Bekir Onur’un “Oyuncaklı Dünya” isimli
kitabı hem müzenin kuruluş hikayesinin ardındaki yolculuğu anlatıyor, hem de
dünyadaki oyuncak müzelerini... Kendi hikayemden ve dünyadaki oyuncak
hikayelerinden sıyrılabildikten sonra- ya da hiç sıyrılmadan- Ankara’daki oyuncak
müzesine kilitleniyorum... Pek çok amacı olduğu belirtiliyor müzenin;
Türkiye’nin hızlı değişim sürecinde kaybolma tehdidi altında bulunan
oyuncakları korumak, oyuncak aracılığıyla sanayi tarihi, kültür tarihi ve
eğitim tarihi konularında araştırma yapmak, çocuklara tarih bilinci
kazandırmak, kuşaklar arasında ilişki kurulmasına yardımcı olmak ve oyuncağın
çocuk gelişimindeki önemini vurgulamak... Bunların gerçekleşmesi için daha çok
çocuk gelmeli ve daha çok tanınmalı oyuncak müzesi...
Oyuncaklar dört
ana grupta toplanmış müzede; geleneksel oyuncaklar, fabrikasyon oyuncaklar,
yabancı oyuncaklar ve antik oyuncaklar olmak üzere. Ama öyle karışığım, öyle
heyecanlıyım ve öyle sevgiliyim ki oyuncaklara, sırayı önemsemiyorum, neyin ne
olduğunu bir şekilde anlıyorum deyip, kendi yolculuğuma çıkıyorum, hep orada
kalacağımı bilmeden...
Hepsi farklı bir
hikaye yaratıyor zihnimde; beşikler, yürüteçler ve bez bebekler görüyorum. Bez
bebeğimi yürüteçe bindiriyorum. Örgüden bebeklerim ve çöp bebeklerim (oyuncaklar
aslında hiç bir kişiye ait değildir, onlar kendileriyle yaşar. Ama oyuncak
müptelaları onlara taktıkları sahiplik ekleriyle aralarındaki minicik mesafeyi
de kaldırdıklarını sanırlar, o yüzden hep -“ben-im”- diye bahsederler onlardan)
bez bebeğimi kıskanıyor ve onlar da sıraya giriyor... Yürüteçte kavga eden
örgüden bebeğim ve çöp bebeğimle yola devam ediyorum... Çöp bebeğim yürüteçi
hızlandırıyor. Ona bakıyorum, tel arabalara yönelmiş. Niye tel olanlarına
yöneldi ki? “Kendine uygun olduğunu düşünmüştür” diye geçiriyorum aklımdan. Çöp
bebeğimden çıkan bir sesle tekrar ona dönüyorum; horoz düdüklerini bulmuş. Ve
ses çıkarıyor sevinçle. Düdüğü elinden alıyorum. Üzülüyor. Ama bizim elimizden
çekiştiren bez bebeğimin gösterdiği yöne bakınca üzüntüsünü unutuyor hemen. Bez
bebeğim bize değişik oyunları gösteriyor; aşık oyununu ve peçişi anlatıyor.
Aşık oyunu, küçükbaş hayvanların kemikleriyle oynanan bir oyunmuş. Peçiş de
kızma birader gibiymiş ama zar yerine deniz kabuklarıyla oynanıyormuş. Bez
bebeğime bunları nereden bildiğini soruyorum. O da “o kadar çok dinledim ki
müzeyi gezdiren abladan, artık biliyorum” diye cevap veriyor. Buna seviniyorum,
çünkü bu müzenin ziyaretçisinin çok olduğu anlamına geliyor. Çöp bebeğime
bakıyorum, bu kez kuş sesleri çıkaran Eyüp oyuncaklarına saldırdığını görüyorum
ve bu kez onu ben yanıma çekmeyi başarıyorum. Çünkü müzenin 1890 yapımı en eski
oyuncağı olan, tahtadan ve porselenden yapılmış bebek evini ziyaret ediyoruz
şimdi de. Çay ve kahve takımlarıyla, saksıları, mumları, sandalyeleri,
kaşıklığıyla olağanüstü güzel bir bebek evi bu. Ben hayranlıkla ona bakarken,
çöp bebeğimin bebek evinin sandalyesine kurulduğunu görüyorum. Bez bebeğimle
göz göze geliyoruz, o da fark ediyor çöp bebeğimin ele avuca sığmazlığını. Bu
sefer ona söz geçiremiyoruz, bebek evinin bir parçası olmak istediğini, artık
dolabın üst rafında değil de bebek evinin içinde yaşamak istediğini söylüyor.
İmdadımıza örgü bebeğim yetişiyor. Güzel bir melodi geliyor kulağımıza. Örgü
bebeğim tahta piyanoda oyuncak marşını çalıyor. Çöp bebeğime bakıyorum,
heyecanlanmış, gülümsüyor ama henüz kalkmamış yerinden. Örgü bebeğim 1960
İtalya yapımı müzik kutusuna yöneliyor bu sefer ve müzik kutusundan da oyuncak
marşı yükseliyor... Örgü bebeğim de heyecanlanıyor, müzikli topaca yöneliyor.
Çöp bebeğim daha fazla dayanamıyor, topacı o çevirmeye başlıyor ve yükselen
melodiyle dans ediyor... O sırada müzenin ortasında bir hareketlilik gözümüze
çarpıyor; bütün ülkelerin bebekleri telaş içinde... Örgü bebeğim hemen
soruşturuyor bizim için, ülkeler arası bebek festivali olduğunu öğreniyoruz ve
onların hazırlıklarını izliyoruz... Meksika bebeği elinde yelpazesi, kırmızı
siyah tüllü elbisesinin eteklerini çekiştiriyor, Kızılderili bebekler saçlarını
düzeltiyor, Eskimo bebekleri kürklerini değiştiriyor, Fransa bebekleri
birbirlerine ne kadar güzel olduklarını söylüyor. Bebek festivali
hazırlıklarıyla onları başbaşa bırakıp, çöp bebeğimin beni çekiştirdiği yöne
ilerliyorum. Vitrin bebeğini gösteriyor. 1938 yapımı vitrin bebeğine bakıp
neden gösterdiğini soruyorum. “Bak, vitrin bebeği, kendi etrafında döner, bize
yüz vermez, böyle vitrinde durur” cevabını veriyor. Vitrin bebeği bize bakmıyor
bile. Çöp bebeğim sürekli yaramazlık yapıyor, örgü bebeğim ihtiyacım olan yerde
oluyor ve bez bebeğim de bilgi veriyor bana. Bez bebeğim şimdi de, buradaki
maden ocağında çalışan filleri, ayıları, tavşanları, sabahtan akşama kadar
çamaşır makinasıyla, teneke fırınla, alüminyum ütüyle müze denetçisi
oyuncakların işlerini yapan hint bebeklerini, akşamları düzenli olarak
yaptıkları eğlenceleri, palyaçoların ve cambazların atlı karıncalar üstünde,
iplerle ve trampetlerle onlara sundukları gösterileri anlatıyor.
Turumuza devam
ederken, bize el sallayan iki fare gözümüze çarpıyor... Biri seyahat
hazırlıklarını tamamlamış, tahta arabasına binmek üzere, diğeri de kayak
takımlarını hazırlamış ve yola çıkmak üzere... Çöp bebeğimin onlara imrenerek
baktığını görüyorum ve elektrikli trene yöneldiğini farkediyorum... Bez bebeğimle göz göze geliyoruz. Eğer çöp bebeğim o trene binerse onu
durduramayacağımızı biliyoruz... Hemen onu kucağıma alıyorum. “Ne yapıyorsun?”
diyorum. “Ben trene binip gidecektim”
diyor... “Nereye?” diyorum. “Başka oyuncakların dünyalarını merak ediyorum, çok
merak ediyorum” diyor. Ağlamaya başlıyor. “ Ben daha fazla arkadaş istiyorum,
buradakilerin hepsini tanıyorum artık” diyor. “İstersen seni ben götürebilirim”
diyorum, sıkıca sarılıyorum ona. Önce gözleri parlıyor, sonra bez bebeğime
bakıyor. Ne kadar yaramaz olsa da bez bebeğimin sözüne güveniyor ve ona
danışmak istiyor. Bez bebeğim üzülüyor onun bu haline, “ bu kadar istiyorsan
başka arkadaşlarımızı bulmayı, git” diyor... Çöp bebeğim, oyuncak müzesinin her
karesine ve bütün arkadaşlarına teker teker bakıyor, kucağımdan iniyor.
“Vazgeçtim” diyor, “burada kalacağım.” “Ben buradaki arkadaşlarımı çok
seviyorum, sadece daha çok arkadaş istemiştim, kimbilir belki onlar buraya
gelir...” “Bu kadar çok mu istiyorsunuz yeni arkadaşlarınızın gelmesini?” diye
soruyorum. “Evet” diyor üçü birden. Örgü bebeğim sözü alıyor, her yeni gelen
oyuncakta müzeyi alan şenlik havasını anlatıyor. Her oyuncağın yeni bir hikaye
olduğunu ve onların dünyadaki diğer oyuncakların hikayelerini merak ettiklerini
söylüyor...
Düşüncelere
dalıyorum... Veda vakti yaklaşıyor... Onlara söz veriyorum; “onlara yeni
arkadaşlar bulmak için elimden geleni yapacağım...” Bana sevgiyle bakıyorlar...
Ve müzeye yapılan
bağış kutusunun önünden geçerek, dünyada oyuncak koleksiyonu yapan güzel
insanları düşünerek ve günün birinde “Oyuncaklı Dünya”dan öğrendiğim dünyadaki
oyuncak müzelerini gezebilecek fırsatı nasıl yaratabileceğime kafa yorarak kendi
yolculuğuma dönüyorum... Yaşadığım tüm oyuncaklı hikayeleri Ankara’daki
oyuncaklara anlatmak düşüncesiyle...
Not: Bekir Onur’un
yazdığı “Oyuncaklı Dünya” isimli kitaba verdiği emeğe, oyuncağın peşinde
çıktığı yolculuklara duyduğum saygıyı bu yazı aracılığıyla belirtmek istiyorum.
Oyuncakların ve çocukların varlığına teşekkürlerim ve sevgilerimle....
[1] Onur, B., Oyuncaklı Dünya, 202.
[2] Onur, B., Oyuncaklı Dünya, 119.
Yorumlar
Yorum Gönder