Oyuncağın İzinde


Ankaralı Gezginler 3, Ankara’dan Gezi Yazıları, Timur Özkan (eds), Pelikan Yayıncılık, s.165-175, Haziran 2007

Işıl Bayraktar

OYUNCAĞIN İZİNDE

Bu yazı,  hayal gücümüzle başbaşa kaldığımız zamanlar yaratıp, oyuncakları bu zamanların baş kahramanı yapmak ve böylelikle yolumuzu Ankara’daki Oyuncak Müzesi’ne çevirmek adına kaleme alınmıştır...

Düdüklü şeker. Tahta at. Çıngırak. Kukla. Kurmalı tren. Kurşun asker. Gemi - hep gemi. Boncuklar. Beşik. Bebek. Bebek evi. Kova, kum ve kürek üçlüsü. Kumbara. Palyaço. Fatoş bebek. Oyuncak şehirler. Ve oyuncak. Ve ötesi...

Herkesin kendi dünyasıyla ilintili oyuncak. Dışarıdan kimse yok.  Sen ve oyuncak var. Birlik var oyuncakta. Oyuncakla insanın birliği. Komşu çocuğu işin içine girse bile kendi kendine yaratılan dünyalar ve yaratılan dünyanın baş kahramanı olmak var. Özgürlük var oyuncakta. Küçüksün ya da büyüksün. Sadece kendi yaşındasın ve oyuncak senin dilediğin yaşının arkadaşı. İstediğin  diyaloğu kur onunla. Tahta atına bin ve uzaklara git, kağıttan gemi yap, sonra ona bin ve yine git... Kurmalı trenini kur ve sonsuza kadar kurulmuş kaldığını düşle, yine git ve git treninle... Oyuncakta düş var. O yüzden kolay gitmek... Bir gezginin sahip olduğu en değerli şey oyuncakları mı yoksa?  Gezmek, hayatta oynanan en büyük oyunun adı değil de ne? Ondan mı gezmeyi seven gezginin, oyuncak trene, tahta ata, oyuncak gemiye bağlılığı?


Oyuncak kendi anlamını yaratıyor işte böyle. Ben kendi oyuncak tarihime dalıyorum, sonra da oyuncakların tarihine dalıyorum ve sonra yine oyuncakların geleceğinin olması adına- bir sorumluluk adına kendimce- yazdığımı hatırlıyorum bu yazıyı. Ve geçmişle geleceği, tarihle kültürü, oyunla gerçeği ve merkezindeki “düş”ü yazmaya karar veriyorum...


Uçan balonlarım geliyor aklıma. Bayramlardaydı sanırım. Tahtadan dönme dolapların olduğu, elle çevrilen dönme dolapların olduğu zamanlardı, elimde hep düdüklü şekerim. Şekeri mi daha çok severdim, düdüğü mü? Bilmiyorum, şimdi hala ikisini de seviyorum... Dönme dolaba düdüklü şekerimle binişlerim sonrasına denk geliyor hep uçan balonlara dair anılarım. Odamın tavanına kadar çıkışları yetmezdi bana, balon uçsun, ama benimle uçsun isterdim. Gökyüzünde kaybolduğunda patlamış olabileceğini düşünmezdim hiç. “O başka bir dünyaya gitti.” “Ve bekle - geleceğim.”  Şu an biliyorum, yüzlerce uçan balon gökyüzünün çocuklar için ayrılan bölümünde- bir başka “ötesi”nde- beni bekliyor... Ve ne zaman uçağa binsem onları arıyorum, kimlerin “uçan balon öteleri”ni bildiklerini düşünüyorum...


Oyuncak gemim yanı başımda. Haritaları bilmezden önce gemim vardı. Sonra haritalarım oldu. Haritayla gemi aynı anda olunca, düşsel gemi yolculuklarının gerçek olma ihtimali kolaylaşıyor “hayal” de. Jules Verne’in yazdıkları yetmez oluyor, senin ona yazdığın mektuplar başlıyor oyuncak kağıtlara... Ve mavi oluyor kağıtlar, yazımın ilk halinin yazıldığı kağıtların rengi gibi. Gemiden ve haritalardan (gidilecek okyanuslardan) ve yolculuklardan bahsederken “oyuncak” la bütünleşen anlam tamamlansın diye...


Kalemtraşlarım dünya şeklinde oldu hep, kalemliğime sığdıramazdım, komşu çocuklarına da vermezdim; herkesin kendi “dünya”sı olmalıydı ve benim için de “benim olan” ve “içinde benim olduğum”  bir dünyaydı onlar... Bencilce duran ama özgürce ve en çok çocukça eylemim...


Tahta atım oldu mu hatırlamıyorum, sonradan bir Truva atım olmuştu,  tahta atın ortaçağın en tutulan oyuncağı olduğunu bilmediğim zamanlarda... Belki de hatırlamıyorum... Çünkü hatırladığım yaşlarıma gelince at sevgisi sardı beni, nitekim arkadaşım da oldular, koştuk birlikte ve isim bile buldular kendilerine; “Sakarya” dedim hepsine. Geçmişle bir bağ mı kurdum, çocukluğumu gelecekte mi yarattım, geleceğim de mi çocuk oldu ve hep çocuk mu kaldım, hiç bilemedim... Sevdim ve seviyorum... Tahta atlara saygıyla...


Kurşun askerleri önce kitaptan tanıdım. Mavi kapaklı bir kitaptı. Büyük. Çocuk edebiyatıyla da oyuncağı bağdaştırmışlığımın kökleri belki de. Oyuncaklar ve düşler, düşler ve hikayeler... Bir tek bacaklı askerde odaklanan bakışlar, kaleme odaklanıyor ve tek bacaklı askerle prensesin aşkı doğuyor sözcüklerle. Oyuncak yazını yaratıyor. Yazın oyuncaktan besleniyor... Çocuk ikisini de harmanlayabildiği oranda çocukluğunun bilincine ve güzelliğine varıyor... Çünkü oyuncak da hikayeyi içine alıyor. Çocuk ise hem oyuncağı hem hikayeyi. Ve nihayetinde kendi “düş”ü ona eşlik ediyor...


Mavi deniz kovası ve kırmızı bir kürek hatırlıyorum bir de.  Kumdan oyuncak da başlı başına bir çocukluk tarihi. Keşke hiç bozulmasa kumdan kaleler ve çocuklukla bir olan kumdan oyuncakları, oyuncak müzelerine koyabilsek...


İsimleri vardı bebeklerimin. Görmedik biz. İçi saman dolu bez bebekleri. Ama Selin bebeğim vardı benim. İnce, uzun. Seçtiğim bebekleri düşünüyorum, Fatoş Oyuncak Sanayii’nin kurucusu Fatma İnhan’ın “Çocuk her zaman kendine benzeyen bebeği seçer”[1] dediğini öğrenince.  Çok bebeğim vardı diye hatırlıyorum ama hak vermiyor da değilim Fatoş İnhan’a. Bazı bebeklerimin adı “Işıl”dı çünkü.


Bebeklerden bahsederken bebek evini düşünmeden edemiyor insan. Yine, sahip olduğum bir bebek evi hatırlamıyorum ben. Ama gözümün önünde bir bebek evi fotoğrafı canlanmayı başarıyor, gerçeğe yakın ve aslında gerçek. Oda, mutfak, yuvarlak bir masa, tülden perdeler, açık renk mobilyalar ve koyu renk duvarlar, askıda iki üç çeşit kadın-bebek kıyafetleri... Kız çocuklarının gelecekteki ev kadını misyonluğunu teşvik eden bir oyuncak olması yönünde bir eleştiri alabilir bebek evleri. Tek açıdan bakmamak gerekiyor diye düşünüyorum, bebek evlerine. Bunlarla oynayan kız çocuğu ev kadınlığını yüceltecek diye düşünmek tek bir anlayış,  oysa çocuğa çeşitlilik sunulabilir, hayatın minik bir tarafı olduğu gösterilebilir... Ayrıca uçan balon, uçak, gemi ya da tren de konulabilir kız çocuğunun oyuncaklarının arasına... Dünün her iki çocuk çeşidiyle [cinsiyetin oyuncaklarıyla] oynayan kız çocuğu, derinlerde oluşturduğu haşarı ve evcimen kimliklerle, gelecekte oluşturacağı çoklu kimliğin temelini oluşturuyor olabilir...


“Uçağa binmekte olan bir araştırmacının evde yaptığı yemeğin kokusu, yemeğin tadını alan çocukların ve kocasının mektubuna siner, kadın uzakta, özlemle gözyaşlarını silerken, evdeki çocuklar annesinin odasındadır ve onun oyuncak gemilerine, trenlerine  bakarlar...Ve kadın döndüğünde elinde bir sürü yeni oyuncak vardır, yeni düşler ve yeni hikayelerle.”  Nitekim  oyuncak tarihi üzerine kitapları olan Jane Fredlund da bebek evleriyle ilgili şöyle der: “Bir bebek evi oyuncak olmaktan çok daha fazla bir şeydir. Bir bebek evi geçmiş zaman evleri konusunda bilgi veren minyatür bir kültür tarihi belgeselidir.” [2] Oyuncağın gücünde saklı olan kelime bu işte; kültür tarihi belgeseli olmaları tüm oyuncakların. Çocukluğun tarihiyle paralel giden tarihi eserler...


Ve kumbara. Oyuncak kumbara ve kumbara. Her zaman sevimli geldiler bana. Her zaman kumbaraya atacak bozuk param olurdu küçükken, kağıt paralarımı daha çok görünüyorlar diye bozuk paralarla değiştirdiğimden. O paralarla kumbarayı sevdim ben. Ve hep kumbaram oldu. Kum-ba-ra. Çok melodik bir adı var. Ve daha da sevdim onu bu şiirle:


“yol kenarındaki / yağmur mazgallarını / kumbara sanıp / harçlığımı atardım / bu yüzden en çok / denizden alacaklıyım”


Sunay Akın’ın bu şiirini sevişim o İstanbul’da bir Oyuncak Müzesi kurmadan önceydi. Kurduktan sonra daha çok sevdim.


Oyuncaktan önce oyun gelir. Ya da oyundan önce oyuncak. Sıralama yapmak boşuna belki. Paralel birbirine. Birbirlerini geliştirirler ve birlikte ilerlerler. Bu yüzden önemlidir ikisi de çocukluğun tarihinde. El kuklasıyla oyuncağa sevgiyle bakarsın, bir kaç el bir araya gelir ve tiyatro başlar; oyun oyuncağıyla ilerler.


Uçurtma ve bilye de oyuncağın tarihinde vazgeçilmezlerimden. Bilyeye “atak” derdik bizim oralarda -İzmir- ve ben hep abim ve onun arkadaşlarıyla oynadığımı hatırlıyorum. Hep yenilirdim ama ısrarla da oynardım.  Bir kocaman kutu atak hatırlıyorum eskiyi düşününce. İrili, ufaklı, rengarenk, cıvıl cıvıl. Halıda ve sokakta oynadığımız. Biz büyüyünce kuzenime vermişti abim onları. Sormuştum bir keresinde “ne oldu o kadar atak” diye, hiç göremeyince. “Üttürdüm” demişti bana. Gülümseyerek yazıyorum bu kelimeyi. Oynarken yenildim ve kaybettim anlamına geliyor “üttürmek.”


Uçurtma ise adıyla aşık etmeye yetiyor beni, kendisine. Uçuruyorsun ve sen de uçuyorsun aslında. İplerin birbirine dolanma ihtimaline aldırmadan hep çok ip alırdım, daha yükseğe çıksın diye...


“Laleli bir/ içeriye gir/ ipten tut/ dışarıya çık.” Uçurtma ipiyle geçirilen zamanlardan sonra, ip atlanan zamanlara geçildi. Ve ilkokul yıllarında hep devam etti...


Neden önemli bu kadar oyun? Çocuk kırıyor, döküyor belki de oyuncağı. Ama düşünüyor nihayetinde. “Neden böyle çalışıyor” ya da “nasıl bozdum ben bunu” diye. En büyük amacına oyuncak, çocuk onu eline alır almaz ulaşıyor. Bir şeyler öğreniyor her şeyden önce. Nasıl çalıştırılacağını ya da çalıştırılamayacağını. Çocukta uyandırdığı merak hayatı da merak etmesini sağlıyor çocuğun. Ve eğlendiriyor öğretirken. Kilit nokta bu değil mi? Eğitim sistemiyle bir şikayetimiz olduğunda hep, “eğlenerek, sorgulayarak öğrenmek istiyoruz” demiyor muyuz? İşte oyuncak bunu, en başından, en küçükken ve en temelden yapıyor...


Oyuncakları seviyorum ve biliyorum, ben bunları yazarken bana bakan Winnie the Pooh’um, tavşanım ve ayıcığım (isimlerini söylemeyeceğim) da birbirlerini seviyorlar.


Oyuncaklarla iletişimimi hep güçlendirdim belki de ben farkında olmadan.  Çocuklarla ilgili bir sivil toplum örgütünde çalışırken çocuklar için toplu oyuncak seçiminde gönüllü olmuştum ve yüzlerce oyuncağın içinde bulmuştum kendimi. Ve düşünmeden, hangisi olsun çelişkisine düşmeden kuklalar, ayıcıklar, arabalar, bebekler, toplar, ev eşyaları, saatler, legolar arasında dolaşmak ve onları seçmek, “oyuncaklı bir dünya” da yaşamak hissi gibiydi ve oyuncağın adı her geçtiğinde o hissi  hala içimde taşıdığımı farkediyorum...


Oyuncakların izleri kendi çoklu tarihlerini yaratıyor işte böyle her kişide. Kendi kişisel yolculuğumda ilerlerken, oyuncağın çoklu yolculuğu düşüveriyor aklıma. Yolculuk biz insanlara mı has yani sadece? Biliyorum böyle olmadığını. Yaşamın da kültürü var ve biz onun içinde olduğumuz için yolculuğumuz devam ediyor. Ve oyuncağın da kültürü var, o da yaşamın içinde ve o da yüzyıllardır evriliyor, gelişiyor, değişiyor... İşte çocuğu yaşama hazırlayan oyuncakların da salt oyuncak olma gerçeklikleri var ve bu yüzden çıktığı yolculukları... Müzeler giriyor işte bu noktada devreye. Oyuncağın kültür tarihini gösteren oyuncak müzeleri ve maalesef Türkiye’de pek ilgi çekmeyen ve geliştirilmesine çalışılmayan oyuncak müzeleri...


Ankara’da, Ankara Üniversitesi’nin Cebeci kampüsündeki Eğitim Bilimleri Fakültesi içinde yer alıyor Oyuncak Müzesi. Müzeyi, 1990 yılında Ankara Üniversitesi’nde akademisyen olan ve çocuk kültürüyle ilgili araştırmalar yapan Bekir Onur kurmuş. Bekir Onur’un “Oyuncaklı Dünya” isimli kitabı hem müzenin kuruluş hikayesinin ardındaki yolculuğu anlatıyor, hem de dünyadaki oyuncak müzelerini... Kendi hikayemden ve dünyadaki oyuncak hikayelerinden sıyrılabildikten sonra- ya da hiç sıyrılmadan- Ankara’daki oyuncak müzesine kilitleniyorum... Pek çok amacı olduğu belirtiliyor müzenin; Türkiye’nin hızlı değişim sürecinde kaybolma tehdidi altında bulunan oyuncakları korumak, oyuncak aracılığıyla sanayi tarihi, kültür tarihi ve eğitim tarihi konularında araştırma yapmak, çocuklara tarih bilinci kazandırmak, kuşaklar arasında ilişki kurulmasına yardımcı olmak ve oyuncağın çocuk gelişimindeki önemini vurgulamak... Bunların gerçekleşmesi için daha çok çocuk gelmeli ve daha çok tanınmalı oyuncak müzesi...


Oyuncaklar dört ana grupta toplanmış müzede; geleneksel oyuncaklar, fabrikasyon oyuncaklar, yabancı oyuncaklar ve antik oyuncaklar olmak üzere. Ama öyle karışığım, öyle heyecanlıyım ve öyle sevgiliyim ki oyuncaklara, sırayı önemsemiyorum, neyin ne olduğunu bir şekilde anlıyorum deyip, kendi yolculuğuma çıkıyorum, hep orada kalacağımı bilmeden...


Hepsi farklı bir hikaye yaratıyor zihnimde; beşikler, yürüteçler ve bez bebekler görüyorum. Bez bebeğimi yürüteçe bindiriyorum. Örgüden bebeklerim ve çöp bebeklerim (oyuncaklar aslında hiç bir kişiye ait değildir, onlar kendileriyle yaşar. Ama oyuncak müptelaları onlara taktıkları sahiplik ekleriyle aralarındaki minicik mesafeyi de kaldırdıklarını sanırlar, o yüzden hep -“ben-im”- diye bahsederler onlardan) bez bebeğimi kıskanıyor ve onlar da sıraya giriyor... Yürüteçte kavga eden örgüden bebeğim ve çöp bebeğimle yola devam ediyorum... Çöp bebeğim yürüteçi hızlandırıyor. Ona bakıyorum, tel arabalara yönelmiş. Niye tel olanlarına yöneldi ki? “Kendine uygun olduğunu düşünmüştür” diye geçiriyorum aklımdan. Çöp bebeğimden çıkan bir sesle tekrar ona dönüyorum; horoz düdüklerini bulmuş. Ve ses çıkarıyor sevinçle. Düdüğü elinden alıyorum. Üzülüyor. Ama bizim elimizden çekiştiren bez bebeğimin gösterdiği yöne bakınca üzüntüsünü unutuyor hemen. Bez bebeğim bize değişik oyunları gösteriyor; aşık oyununu ve peçişi anlatıyor. Aşık oyunu, küçükbaş hayvanların kemikleriyle oynanan bir oyunmuş. Peçiş de kızma birader gibiymiş ama zar yerine deniz kabuklarıyla oynanıyormuş. Bez bebeğime bunları nereden bildiğini soruyorum. O da “o kadar çok dinledim ki müzeyi gezdiren abladan, artık biliyorum” diye cevap veriyor. Buna seviniyorum, çünkü bu müzenin ziyaretçisinin çok olduğu anlamına geliyor. Çöp bebeğime bakıyorum, bu kez kuş sesleri çıkaran Eyüp oyuncaklarına saldırdığını görüyorum ve bu kez onu ben yanıma çekmeyi başarıyorum. Çünkü müzenin 1890 yapımı en eski oyuncağı olan, tahtadan ve porselenden yapılmış bebek evini ziyaret ediyoruz şimdi de. Çay ve kahve takımlarıyla, saksıları, mumları, sandalyeleri, kaşıklığıyla olağanüstü güzel bir bebek evi bu. Ben hayranlıkla ona bakarken, çöp bebeğimin bebek evinin sandalyesine kurulduğunu görüyorum. Bez bebeğimle göz göze geliyoruz, o da fark ediyor çöp bebeğimin ele avuca sığmazlığını. Bu sefer ona söz geçiremiyoruz, bebek evinin bir parçası olmak istediğini, artık dolabın üst rafında değil de bebek evinin içinde yaşamak istediğini söylüyor. İmdadımıza örgü bebeğim yetişiyor. Güzel bir melodi geliyor kulağımıza. Örgü bebeğim tahta piyanoda oyuncak marşını çalıyor. Çöp bebeğime bakıyorum, heyecanlanmış, gülümsüyor ama henüz kalkmamış yerinden. Örgü bebeğim 1960 İtalya yapımı müzik kutusuna yöneliyor bu sefer ve müzik kutusundan da oyuncak marşı yükseliyor... Örgü bebeğim de heyecanlanıyor, müzikli topaca yöneliyor. Çöp bebeğim daha fazla dayanamıyor, topacı o çevirmeye başlıyor ve yükselen melodiyle dans ediyor... O sırada müzenin ortasında bir hareketlilik gözümüze çarpıyor; bütün ülkelerin bebekleri telaş içinde... Örgü bebeğim hemen soruşturuyor bizim için, ülkeler arası bebek festivali olduğunu öğreniyoruz ve onların hazırlıklarını izliyoruz... Meksika bebeği elinde yelpazesi, kırmızı siyah tüllü elbisesinin eteklerini çekiştiriyor, Kızılderili bebekler saçlarını düzeltiyor, Eskimo bebekleri kürklerini değiştiriyor, Fransa bebekleri birbirlerine ne kadar güzel olduklarını söylüyor. Bebek festivali hazırlıklarıyla onları başbaşa bırakıp, çöp bebeğimin beni çekiştirdiği yöne ilerliyorum. Vitrin bebeğini gösteriyor. 1938 yapımı vitrin bebeğine bakıp neden gösterdiğini soruyorum. “Bak, vitrin bebeği, kendi etrafında döner, bize yüz vermez, böyle vitrinde durur” cevabını veriyor. Vitrin bebeği bize bakmıyor bile. Çöp bebeğim sürekli yaramazlık yapıyor, örgü bebeğim ihtiyacım olan yerde oluyor ve bez bebeğim de bilgi veriyor bana. Bez bebeğim şimdi de, buradaki maden ocağında çalışan filleri, ayıları, tavşanları, sabahtan akşama kadar çamaşır makinasıyla, teneke fırınla, alüminyum ütüyle müze denetçisi oyuncakların işlerini yapan hint bebeklerini, akşamları düzenli olarak yaptıkları eğlenceleri, palyaçoların ve cambazların atlı karıncalar üstünde, iplerle ve trampetlerle onlara sundukları gösterileri anlatıyor.


Turumuza devam ederken, bize el sallayan iki fare gözümüze çarpıyor... Biri seyahat hazırlıklarını tamamlamış, tahta arabasına binmek üzere, diğeri de kayak takımlarını hazırlamış ve yola çıkmak üzere... Çöp bebeğimin onlara imrenerek baktığını görüyorum ve elektrikli trene yöneldiğini farkediyorum... Bez  bebeğimle göz göze geliyoruz. Eğer  çöp bebeğim o trene binerse onu durduramayacağımızı biliyoruz... Hemen onu kucağıma alıyorum. “Ne yapıyorsun?” diyorum.  “Ben trene binip gidecektim” diyor... “Nereye?” diyorum. “Başka oyuncakların dünyalarını merak ediyorum, çok merak ediyorum” diyor. Ağlamaya başlıyor. “ Ben daha fazla arkadaş istiyorum, buradakilerin hepsini tanıyorum artık” diyor. “İstersen seni ben götürebilirim” diyorum, sıkıca sarılıyorum ona. Önce gözleri parlıyor, sonra bez bebeğime bakıyor. Ne kadar yaramaz olsa da bez bebeğimin sözüne güveniyor ve ona danışmak istiyor. Bez bebeğim üzülüyor onun bu haline, “ bu kadar istiyorsan başka arkadaşlarımızı bulmayı, git” diyor... Çöp bebeğim, oyuncak müzesinin her karesine ve bütün arkadaşlarına teker teker bakıyor, kucağımdan iniyor. “Vazgeçtim” diyor, “burada kalacağım.” “Ben buradaki arkadaşlarımı çok seviyorum, sadece daha çok arkadaş istemiştim, kimbilir belki onlar buraya gelir...” “Bu kadar çok mu istiyorsunuz yeni arkadaşlarınızın gelmesini?” diye soruyorum. “Evet” diyor üçü birden. Örgü bebeğim sözü alıyor, her yeni gelen oyuncakta müzeyi alan şenlik havasını anlatıyor. Her oyuncağın yeni bir hikaye olduğunu ve onların dünyadaki diğer oyuncakların hikayelerini merak ettiklerini söylüyor...


Düşüncelere dalıyorum... Veda vakti yaklaşıyor... Onlara söz veriyorum; “onlara yeni arkadaşlar bulmak için elimden geleni yapacağım...” Bana sevgiyle bakıyorlar...


Ve müzeye yapılan bağış kutusunun önünden geçerek, dünyada oyuncak koleksiyonu yapan güzel insanları düşünerek ve günün birinde “Oyuncaklı Dünya”dan öğrendiğim dünyadaki oyuncak müzelerini gezebilecek fırsatı nasıl yaratabileceğime kafa yorarak kendi yolculuğuma dönüyorum... Yaşadığım tüm oyuncaklı hikayeleri Ankara’daki oyuncaklara anlatmak düşüncesiyle...


Not:  Bekir Onur’un yazdığı “Oyuncaklı Dünya” isimli kitaba verdiği emeğe, oyuncağın peşinde çıktığı yolculuklara duyduğum saygıyı bu yazı aracılığıyla belirtmek istiyorum. Oyuncakların ve çocukların varlığına teşekkürlerim ve sevgilerimle....



[1]  Onur, B., Oyuncaklı Dünya, 202.

[2]  Onur, B., Oyuncaklı Dünya, 119.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kadına Yönelik Şiddet, 14 Şubat ve Japonya'da kadın-erkek ilişkileri üzerine

Kenzaburo Oe, Kişisel Bir Sorun

Fuji Gölleri ve Fuji Dağı'na Tırmanış