Japonya'da Deprem Bölgesi Kumamoto'dan Notlar
Japonya, Kumamato
Depreminden Sonra Bölgede Gönüllülük
Başlarken...
Kumamoto’dan geçen haftalarda döndüm. 14 Nisan’da Japonya’nın
güneyinde bulunan Kyushu adasındaki Kumamoto’da 6.2 şiddetindeki depremle
başlayan ve sonra 16 Nisan 2016’da 7.00 şiddetindeki depremle devam eden
depremler serisinin sonrasının Kumamato’sunda bu tarihten bu yana artçı çoklar
da hep devam etti. Depremde en az 50 kişi yaşamını yitirdi, 1100 kişi de
yaralandı. 44000 kişiden fazlası da evlerinden çıkartıldı güvenlik için. Deprem
olduktan sonra pek çok arkadaşımdan “iyi misin?” mesajları aldım, fiziksel
olarak iyi olmasına iyiydim de, şu anda yaşadığım ülkenin bir yerinde insanlar
ölürken “iyiyim” demek içimden gelmiyordu.
Üyesi olduğum bir grupta, Kumamoto depreminin ardından gönüllü
faaliyetler yapan iki sivil toplum örgütünün Kansai bölgesinden yabancı
gönüllüler aradığını görünce, sanırım sadece beş dakika düşündüm ve gitmek istediğimi yazdım.
Nitekim günlerce süren yazışmalar sonrasında, gruptaydım,
Kansai bölgesinden 13 kişi toplanmıştı, 3 arabayla gidilecekti, gerekli izinler
alınmıştı, masraflarımızı kurumlar karşılayacaktı. Biz istersek yiyecek ve
diğer gerekli malzemeleri götürecektik.
Yola çıktığımızda nasıl işler yapacağımızı da kimse
bilmiyordu; gittiğimizde öğreneceğimizi biliyorduk, aslında kimse de bunu
detaylı sormuyordu, bir şeylerin ucundan tutmaya gidiyorduk ne olduğu çok da
önemli değildi.
30 Nisan 2016’da akşam
18.30 sularında Osaka’da buluşup yola çıktık. Osaka ortada kalıyordu, Kobe’den
gelen bir kişi, Osaka’dan gelen 1 kişi ve Kyoto’dan gelen 3 kişiyle, beş
kişiydik bizim gideceğimiz araçta.
Keyifli geçen saatlerin, Osaka’dan yola çıktıktan sonra geçtiğimiz onca şehrin
sonrasında sabah 5.00 sularında depremin en çok etkilendiği Mashiki şehrine
vardık. Başka bir dünya gibiydi, Osaka-Kobe gibi ışıkların, canlılığın şehirlerinden
hasar görmüş evlerin, yıkılmış binaların, bir yığın halini alan çöplerin
olduğu, derin mi derin bir sessizliğin ve insansızlığın hakim olduğu kocaman
boş bir alanda arabayla geçen beş yabancıydık. Kimse yaşamıyor gibiydi, saat sabaha karşı 5.00 olduğu için
böyle düşünüyor olabilirdik ancak gün doğduğunda, güne başladığımızda da
aslında bölgedeki tehlikeden ve evlerin hasar düzeyinden dolayı orda çok az
insan yaşadığını anlayacaktık. Bölge halkı sığınaklara taşınmıştı. 2 saat
arabada uyuduk, biz iki kadın. Diğer 3 erkek arkadaş uyku tulumlarını aldılar
ve dışarda, soğuk bir havada, arabaların ve yıkılmış binaların arasında
uyudular.
Kamp ekibinin uyanmasını bekledikten sonra, uyananlarla
tanıştık. Hemen herkes uzun süredir Japonya’da yaşıyordu ve Japonya’nın farklı
bölgelerinden gelmişti. Bizim de birlikte çalışmak üzere geldiğimiz It’s not
Only Mud (INJM) adlı sivil toplum örgütü 2011 Tohoku depreminden sonra kurulmuş ve
Kumamoto’ya gelmeden önce de 2011’den bu yana Japonya’daki farklı deprem
bölgelerinde çalışmışlar. O nedenle ekipte daha önceki depremde de gönüllülük
yapmış kişiler bulunuyordu. INJM’yi kuran Jamie, deprem sırasında o bölgede
yaşıyormuş ve depremin ve tsunaminin etkisini gördükten sonra, her şeyin nasıl
anlamsızlaştığını, haftasonları eğlenmenin gözüne nasıl göründüğünü ve
kendi çalıştığı işin bile kendisine nasıl anlamsız geldiğini anlattı. Depremden
sonra işi bırakmış ve o bölgede gönüllülük yaptıktan sonra INJM ile afet
yardımı konusunda profesyonel olarak çalışmaya başlamış.
International Disaster Relief Organization (IDRO Japan) de
2011’de Tohoku depreminden sonra kurulmuş Kyoto merkezli bir sivil toplum
örgütü. INJM ile benzer amaçlar taşıyorlar, o nedenle de birlikte çalışıyorlar.
IDRO Japan’in kurucusu Robert de kendini afet yardımına adamış, çalışma disipliniyle
de örnek, çok güzel bir insan.
Bize gösterilen çadırımıza yerleşiyoruz, çadırların olduğu
yerin hemen yanıbaşında yıkılmış binalar var. Çadırların en başında mutfak bölgesi kurmuşlar ve mutfak
çadırımız da var, getirdiğim yiyecekleri oraya koyuyorum, bireysel bir şey yok,
ortak yeniliyor, ortak iş yapılıyor, her şey ortak. Dileyen dilediği yiyeceği
alıp, kahvaltısını, akşam yemeğini yiyor. Çadırın içi cup noodlelarla,
ramenlerle, udonlarla, hazır ricelarla, bisküvilerle, konserve sardalyalarla,
ton balıklarıyla dolu.
Kamp alanı
Jamie ve Robert'le bir halka oluşturuyoruz her sabah, yapılacak olanları, gideceğimiz
bölgeyi dinliyoruz. Gruplara ayrılıyoruz, araçlara biniyoruz.
Gün gün anlatmak zor yaptıklarımızı, o yüzden bende kalanları
yazacağım. Her gün değişen işlerin, girilen farklı evlerin tek bir amacı var;
evleri temizlemek, ev sahiplerinin istekleri doğrultusunda bazen temiz,
kullanılabilir, değerli eşyaları evlerden kurtarabilmek, çıkarabilmek, bazen
evin önünde yığılmış betonları kırmak,
toplamak, sokakta geçilebilecek alan yaratmak, bazen çatıları onarmak,
bazen bahçeleri temizlemek.
En hasar görmüş evlerden biri
Farklı işler yapıyoruz her seferinde. Çoğunlukla ev
sahipleri bizimle birlikte oluyor ve bize söylüyor ne yapılmasını
istediklerini. 5-6 kişi bir evdeki bir bölgede çalıştıktan sonra, diğer işe
yollanıyoruz. Öğle yemeğimizi çoğunlukla yanımızda taşıyoruz, kah arabaların
bagajlarında, kah sokakların ortasında, kah evlerde, kah bize sunulan bir
kapalı alanda yerel gönüllülerle birlikte yiyoruz. İkinci gün yediğimiz öğle
yemeğini ev sahibi bize verdi, biz kabul etmek istemesek bile, ev sahibi Chika-san’ın gerekçesi çok
anlaşılırdı; “bana bu hazır yiyecekler depremi hatırlatıyor, lütfen birlikte
yiyelim, bitirelim, bitiremediğimizi götürün” demişti. Ve birbirimize
bakmıştık, o kadar anlaşılırdı ki, sırf bu yüzden kalmaya karar vermiştik
onunla yemeğe, onu kimi deprem anılarından uzaklaştırmak, depremi anımsatan bu
yiyeceklerin ortadan kalkmasına yardımcı olmak için.
Depremden
Geriye Kalan Yaşantılar...
Geçirdiğimiz 5 günün sonunda paylaşılan onca hikayeden,
kazanılan onca dostluktan, girilen onca evden, çıkarılan onca eşyadan,
bırakılan onca ayak izinden sonra aslında depremin geride bıraktığı insan
hikayelerinin en çok aklımda kaldığını hüzünle fark ediyorum. Daha çok bunları
anlatacağım o nedenle. Bütün bu bina yığınlarının, çıkarılan eşyaların arasında
en temel mesele dokunduğumuz hayatlar ve biz hayatımıza geri dönmüşken, o hayatların
hala orda kalması, yaşantılarına bu acıdan sonra devam etme mücadeleleri
aslolan, o yüzden de zihinlerimizde kalanlar onların bizim üzerimizde bıraktığı
etkileri.
Aklımdaki birinci görüntü az önce bahsettiğim Chika-san’ın
yaşantısına dair. İkinci gün, sabahtan nerdeyse öğleden sonra 3’e kadar
onunla beraberdik tüm ekibimizle. Evini terketmesi ve o yüzden eşyalarını boşaltması gerekiyordu. Kızıyla yaşıyordu, boşanmıştı, ancak kızı o sırada işe
gitmişti ve her şeyle tek başına uğraşması gerekiyordu. Öyle çok şey yapılması
gerekiyordu ki orda, biz sadece üç-beş evde çalışıp sonra gidecektik. Geride
onlar kalacaktı, orda olduğumuz süre boyunca herkesin canla başla çalışması da
bu kısıtlı zamanın bilincinde olmasından ileri geliyordu.
İki katlıydı evi, her şey üst üsteydi, hatta deprem sırasında
buzdolabının üstüne yıkıldığından bahsetti. Bir şekilde çıkmayı başardığını da
sonra. Üst kattan alt kata bir zincir oluşturmuştuk, 2 kişi odadaki eşyaları
merdivenin kıyısına koyuyor, bir arkadaş merdivenden aşağı uzatıyor, başka bir
arkadaş merdivenin ortasından alıyor, kapıya yakın duran diğer arkadaşa
veriyor, o arkadaş da evin bahçesine koyuyordu eşyaları. Tüm eşyaları bu
şekilde elbirliği ile taşıdıktan ve
nerdeyse evdeki tüm eşyaları boşalttıktan sonra Chika-san, teker teker hepsine
bakmaya ve kalacak ve gidecek olarak tüm eşyaları iki gruba ayırmaya başladı.
Kalacak olanları düzenli şekilde içeri taşımaya, atılacak onları da bahçenin
diğer tarafına ayırmaya başladık. Aslında yeniden içeri taşımak bana pek
mantıklı görünmemişti ve de kendisine bunu Japonca olarak söyledim, diğer
arkadaşlar, “biz karışmayalım, ne isterse onu yapalım,” deseler de. Böyle
düşünmemin sebebi ise taşınacağı zaman tek başına yeniden bu eşyalarla
uğraşmasının zor olacağı gerçeğiydi. Ama Chika-san, yağmur yağmasından ve
eşyaların ıslanmasından endişeleniyordu; ve daha ne zaman taşınacağı belli
değildi. O nedenle tamam dedim ben de ve istediğini yapmaya devam ettik.
O sırada Chika-san, aşağı inen yeşil bir kavanozun kırmızısını
bir türlü göremediğini, onu bulmamızı istediğini, çok önemli olduğunu söyledi.
Etrafta koşturmaya, onu aramaya başladı. Aşağı indirdiğimiz eşyaların arasında
aramaya başladık, bir yandan atılacakların arasında mı, yoksa hala karışık
duran eşyaların arasında mı bulabileceğimizi tartışıyorduk. Aradan 10 dakika geçtiğinde hala
bulamamıştık, Chika-san çok endişeliydi. O sırada Hindistanlı arkadaşımız
Anirban (Ban), “bu mu?” diyerek elinde kırmızı bir kavanozla evin kapısında
göründü; biz dışarda ararken ve bütün eşyaları indirdiğimizi düşünürken,
kavanozun ikinci katta olduğunu söyleyen Chika-san’ın söylediklerinden yola
çıkarak, yeniden yukarı çıkmış ve yukarda aramıştı ve bulmuştu. Chika-san “evet”
diyerek Ban’e yaklaştı ve gözyaşlarını tutamadı. Biz elimizdeki işi bırakmış
ona bakıyorduk. "Bu," dedi, gözyaşlarına engel olmaya çalışarak, “ölen annemin
kalıntıları, içinde annem var.” Hepimiz
duraklamıştık, hiç böyle bir şey düşünmemiştik sanırım, biz onun bir nesne
aradığını düşünürken, aradığı şey geçmişi, anıları, yaşantısına iz bırakan bir
kişiydi. Deprem bu izleri yok edememişti, kavanozu bulamasak da edemeyecekti
elbette ama yine de bulduğu için onun adına sevinerek Ban’e baktık hepimiz.
Güzel bir şey yapmıştı.
Öğle yemeğimizi yerken ben, Filipinli arkadaşımız Genne ve
Chika-sanla mutfaktaydık. Yaşantılarını anlatıyordu, kedisinin fotoğrafını
gösteriyor, kedilerinin her gün kızıyla birlikte işe gittiğini, arabada onu
beklediğini, kızının 1 saatte bir “tuvalete gidiyorum” diyerek arabaya,
kedisine bakmaya gittiğini, kedilerinin nasıl ailelerinin bir parçası olduğunu
anlatıyordu. Ve sonra başka bir kedi maketi gösterdi. Adını söyledi. Şimdiki
kedilerinden önceki kedilerinden bahsediyordu. Kızı doğduktan hemen sonra
aldıklarını, 18 yaşına kadar birlikte büyüdüklerini, sonra öldüğünü anlattı
yine gözleri dolarak. Ve sonra “yeşil kavanozda ne var biliyor musunuz?” diye
sordu. Onun kalıntıları. İnançlarına göre canlı olan her şeyi yakıp
kalıntılarını sakladıkları için kedilerine de aynı şekilde veda etmişler. Koyduğu
yerdeki kavanozlara baktı gözleri parlayarak. Onları gittiği her yere
taşıyacaktı. Deprem kesinlikle anılarını yok edememişti.
Chika-san bende bir anı daha bıraktı. Hem Japon kültürüne hem
davranış biçimlerine dair. Atılacak eşyaların arasında çok ama çok güzel bir Japon
bebeğinin tablosu vardı. Hem çok yeniydi, hem çok Japondu hem de çok güzeldi.
Ben de eşyaların arasında bakakalmıştım, “keşke bu atılmasa” diye içimden
geçirmiştim ama bir şey diyememiştim. Ban de aynı şekilde düşünmüş olacak ki, “bu
da mı atılıyor?”, diye sordu. “Öyle görünüyor,” dedim. “Acaba alsak mı?”, dedi.
“Bilmem, sor istersen,” dedim. Sordu o da. Chika-san onayladı, “atılacak, ama
alabilirsiniz,” dedi. Kabul etti Ban de. Tablonun alt kısmı çok büyüktü ve
taşıması zor olacaktı. Alt kısmını çıkarmaya karar verdi Ban, ben de ona yardım
ediyordum tablonun bir ucundan tutarak. Aslında Chika-san’ın gözü önünde ona
ait bir şeyi biraz parçalıyor gibiydik, sonradan anladım. Genne gelip bizi
uyarana kadar. Genne Filipinliydi, Japon bir eşi vardı önceden ve yaklaşık 12
yıldır Japonya’da yaşıyordu. Hem Japon bir ailesi olduğu için hem de bu sürede
Japoncayı iyi düzeyde konuşur hale geldiği için Japonların geleneklerini
aramızda en iyi bilenlerdendi. “Japonlar yüzü olan tüm eşyalarını atsalar bile,
bu eşyalar tapınağa gider, onlar için yüzü olan her şey kutsaldır,” dedi.
Şaşırdık, bilmiyorduk. Ban kararsız kaldı, ancak sonra Chika-san gelip Genne’in
bize İngilizce yaptığı açıklamayı Japonca duyunca, onayladı. “Evet, tapınağa
gider.” Bize doğrudan bir şey söylemese de, bunun onun için anlamlı olduğuna ve
ona ait bir şeyi o sırada başkasının kılmaya çalıştığımızı düşündüm, “bırak sen
bunu,” dedim Ban’e de. O da şaşkındı, bıraktı sonra. Genne’e bizi uyardığı için
teşekkür ettim, belli ki Chika-san bunu bize söylemeyecekti, ama Genne
söyleyince doğrudan söylemese bile dile getirmişti. Onun kutsal bulduğu bir şeye
dokunan yabancılar olmamalıydık. Nihayetinde olmadık. Ama bu bana bir şey
daha gösterdi; aslında depremden sağ kurtulsa bile kendi gelenekleriyle,
kültürüyle veda etmek istiyordu her şeye. Ve eşyanın ölümünün bile bir anlamı
varsa, bu anlam ondan alınmamalıydı. Çünkü deprem, inançları da, kültürü de
yıkamıyordu, onların ayakta kalması için de vedası inandığı şekilde olmalıydı.
Chika-san’ın evinden ayrılırken, ayırdığımız eşyalara,
çöplere, tahtalara, kıyafetlere baktım teker teker. Hepsinde onun yaşantısı
gizliydi ve kimbilir bilmediğimiz daha ne hikayeler barındırıyordu. Ve
gözyaşları bu yaşantıların hikayelerini saklıyordu.
Bir başka içine girdiğimiz yaşantı da bende benzer duygular ve
düşünceler uyandırmıştı. Dört kişi çalışıyorduk o evde. IDRO’nun kurucusu
Robert, Malezyalı arkadaşımız Ryu, Vietnam kökenli Amerika’da büyüyen Thu, ve ben.
Yaşlı çok yaşlı birinin eviydi ve bizimle birlikte evin önünde duruyordu. Evin
bir yarısı yıkılmak üzereydi, biz diğer yarısında çalışıyorduk. Eşyalar
karışık, yerlerde, odalardaydı, dolaplar birbirinin üstüne çökmüştü. Odanın
birine geçiş kapanmıştı adeta. Bütün eşyaları dışarı çıkarmamızı istiyordu,
dışarda bahçesinin geniş bir bölümüne her şeyi taşıyorduk, o taşıdığımız
eşyaların arasında dolaşıyor, kah yere koyduğumuz bir kitabı, kah bir kıyafeti
alıp uzun uzun bakıyor, nereye koyacağına karar vermeye çalışıyordu. Özellikle incelediği
bir şey olursa, biz de özellikle o gruba ait eşyaları onun yakınlarına koyuyor,
eşyaların arasındaki arayışını kolaylaştırmaya çalışıyorduk. Yapabileceğimiz en
fazla bu kadardı. Bir yandan onun orda tüm sürece tanık olması içimizi
burkuyordu, üstelik özellikle aradığı bir şeyi bulduğumuzda bizi yanına
çağırıyor, bulduğumuz eşyaya dair hikayesini anlatıyordu. Çalışma arkadaşlarımızla
duygularımızı birbirimize göstermemek adına içeri kaçıyor, daha çok eşya
taşıyorduk. Dışarı çıkıp, onu orda gördükçe, anlam yüklediği eşyaları içerden
çıkarmak için daha büyük bir istek duyuyorduk. Yalnızdı, çocukları vardı ama
yan kasabada yaşıyorlardı, eşyaları çıkarma süreci bittikten sonra onların yanına
gideceğini söyledi bir ara konuşurken.
Çalışmaya devam ediyorduk, derken sıra Robert’in de
yönlendirmesiyle fotoğraflara geldi. Duvarda asılan pek çok fotoğraf vardı ve “onları önce
çıkaralım,” dedi Robert. “Tamam,” dedik, bakıp, aile fotoğrafı olma ihtimali
yüksek fotoğrafları teker teker çıkarıyorduk. Çıkardığımız ilk fotoğraftan
sonra hemen evin sahibi o fotoğrafın yanına gitti, özenle yerden aldı ve
hüzünle bakmaya başladı. İçeri gitmekle onun yanında durmak arasında kalmıştım.
Kaldım. Bilerek seçtiğim bir şey değildi o sırada. Gidememiştim. Gözünden
yaşlar gelmeye başladı. Sonra anlatmaya. “Babam,” dedi fotoğrafı göstererek. “Ben 74
yaşındayım, babamın bu fotoğrafını hep sakladım. Babam beni çok severdi. Ben de
onu.” Özenle tozlarını sildi fotoğrafın, bakmaya devam etti, içeri gittim.
Doğrudan duvardaki diğer fotoğrafların olduğu yere gittim istemsizce, farkında
olmadan evin yıkılmaya yakın tarafına geçmişim. Ahşap zemin biraz sallandı, “aman
dikkat et, o tarafa geçmeyelim” dedi Robert. Uzanmaya çalıştım ama çok
yukardaydı fotoğraf. Ne yapmak istediğimi anladı, “kendi hayatımızı da riske
atmamamız gerekiyor, gel bunları çıkaralım,” dedi. Ona yardım ettim. Bir fotoğrafı
daha çıkarabildik asıldığı yerden. Çok sağlam tutturulmuştu duvara. Ve
yüksekteydiler. Çıkardığı fotoğrafı bana verdi, dışarı götürdüm. Ona da aynı
özenle yaklaştı. Uzun uzun baktı, tozlarını sildi, yerine koydu. Fotoğraflardan
bir yığın oluşmuştu eşyaların yanında. Onları ayrı bir yere koyduk.
Evden çıkarılabilecek her şeyi çıkardığımızda geriye çöpler
kalmıştı, ya da artık kullanılmayacak çöp halini alan eşyalar.
Onu orda bıraktık, anılarıyla. Gittik. Ama aslında gidemedik. Hayatındaki insanlar yanındaydı şimdi. Deprem
onları yok edememişti, en çok duvardan çıkaramadığımız fotoğraflar kaldı
aklımda. Orda yaşantılar, insan hikayeleri vardı. Ve 74 yaşındaki depremzede en
çok o insan hikayelerini korumak istiyordu. Daha fazlasını yapabilseydik.
Yapamadık.
Ertesi günü bir başka evde benzer bir şey daha yaşadık. Bu kez
ekibimde Hindistan’lı arkadaşımız Ban, Avustralyalı emekli itfaiye görevlisi
Robin, yine Malezyalı Ryu, ve bir de Brezilyalı arkadaşımız Richi vardı. Ev “unsafe”
olarak işaretlenmiş kırmızı evlerdendi. Girmek de çalışmak da tehlikeliydi. Eve
bir baktık, fazla ağırlık yapmamak adına üç kişi çalışmaya karar verdik. Ban ve
Robin dışarda bekliyordu. Ben, Richi ve Ryu içeri girdik.
Bu evin sahipleri de ordaydı ve sanırım önceki evdeki yaşlıdan
daha yaşlılardı. Bir çift. Bir kadın ve bir erkek. Yaşlı erkek çok bilinçli
değildi, nerdeyse hiç konuşmuyordu, evin girişinde oturuyor, bize bakıyordu ama
görmüyor gibiydi. Zaten yaşlı kadın da ona bir şey sormuyordu. Eşyaların içinde
ordan oraya koşturuyor, bizimle konuşuyordu. Ryu içerde başka bir odaya girip
ordaki eşyalarla ilgilenmeye başladı. Richi ile ben yaşlı kadını takip ediyor,
onun söylediklerini yapıyorduk. Yatak odası olduğunu düşündüğümüz bir odadaki
çekmeceleri teker teker indirmemizi istedi. İndiriyorduk, o da seçmek
istediklerini seçiyordu. Bizimle birlikte gelen görevli de söylemişti, yaşlı
çift sadece en önemli eşyalarını alacaktı. Bazı evler tüm evi boşaltarak
sonradan karar veriyordu, bazıları da evin içinde tüm eşyalara bakarak almak
istediklerini alıyordu. İlk çekmeceyi çıkardık, yaşlı kadın teker teker tüm
eşyalara dokunmaya başladı. Bir kaç kıyafete bakıp, gereksiz dedikten sonra
diğerlerinin içine daldı. Bunlar ipekten dokunmuş rengarenk ve yepyeni
kimonolardı. Yaşlı kadın teker teker açtı hepsini, dokundu, “bunlar evlendiğimiz
dönemden kalma,” dedi. “Gençken almıştık,” diye ekledi. Bakışlarından öylesine
bir hayat akıyordu ki, sanki o sırada evlendiği günler dibimizdeydi, kimonolara
dokunurken o günlere dokunuyordu. Usulca kapının yanında duran eşine baktı. Biz
de Richi ile birbirimize baktık, sonra birbirimizden gözlerimizi kaçırdık. Yeniden
yaşlı kadına baktık. Kimonoları kucakladı, gidecekler kutusu yapmıştık plastik
kutuları boşaltarak, onların içine özenle yerleştirdi. Çekmecelerin oraya
gittik yeniden, başka çekmecelerden de çok güzel kimonolar çıktı. Onlara da
aynı özeni gösterdi, bir kısmını daha aldı. Belki birileri taşınan eşyalarda
mantık arasa, “o kimonoları bir daha giymeyecek muhtemelen, neden götürüyor?” derdi.
Ancak biz orda onun kimonolara dokunurken anılarına, gençliğine, evliliğine,
kimonoları giydiği, giymese bile özenle aldığı günlere dokunduğunu görmüştük. Plastik
kutuların içindeki eşyaları düzeltirken bunları görmüş ve o yaşlı kadının
kimonolara yüklediği anlama dokunmuş ellerimizle düzeltiyorduk. Evin içinde
biraz daha dolaştık, giyilebilecek kıyafetleri, kullanılabilecek pilleri,
çalışan saati, yaşlı kadının almak istediği her şeyi paketledik.
Sonra görevli gidecekleri aracı getirdi. İçine eşyaları
yükledi. İçine oturdular yavaşça. Yaşlı adama, eşine yardım etti araca
binerlerken yaşlı kadın.
Öylece bakıyordum. Richi’yi gördüm sonra. Evin kenarındaki mor
çiçeklere uzanmış, cebinde hep taşıdığı çakı-bıçak setiyle çiçekleri kesiyor,
elinde biriktiriyordu. Bana gazete kağıdı gibi bir şey bulup bulamayacağımı
sordu. Etrafa baktık birlikte. Bir parça kağıt bulduk, kestik onu. Çiçekleri
içine özenle yerleştirdi Richi. Araca yöneldi sonra. Yaşlı kadına uzattı. Yüzünde
şaşkınlıkla karışık bir gülümsemeyle Richi’ye baktı yaşlı kadın, uzattığı
çiçekleri aldı aynı şaşkınlıkla ve bir şeyler söyleyerek.
Richi ve yaşlı depremzedeler, ellerinde çiçeklerle
Görevli bize baktı,
gülümsedi, aracı çalıştırdı. Bize el salladılar. Biz de onlara. Araç ufuktan
kaybolurken Richi bana sarıldı, “artık ağlayabilir miyim?” dedi. “Ağla,” dedim,
sarıldım sıkıca. Orda ağladı, ağladı, ağladı. Sarıldık, çok sıkı sarıldık
birbirimize. Ban’le, Robin bize bakıyordu. Herkes önüne baktı sonra. Hiç
konuşmadık. Hızlı hızlı çalışacağımız bir sonraki eve doğru yürüdük.
Sıradaki evler ve o evlerde yaşayanlar bizleri bekliyordu.
Yeniden çalışmaya başladık, diğer evden eşyaları çıkaranlara
yardım etmeye, tozlara karışmaya devam ettik.
Mashiki’den ayrılacaktık bir gün sonra. Ekipler teker teker
ayrılıyordu. Robert ve Jamie bize durumu söyledi, kaldığımız süre boyunca
toplamda 25 ev temizlenmişti, ellerindeki listedeki evler tamamlanmıştı. Bunun
ne demek olduğunu biliyorduk, sadece evlerin temizlenmesi değildi depremden zarar gören
evlerdeki eşyaları taşımanın anlamı, aynı zamanda o evlerde yaşayanların
anılarını, sevdiklerini, geçmişlerini, yanlarında taşımak istedikleri her şeyi
onlara bırakmak demekti.
Kaldığımız kamptaki Japonya’nın dört bir yanından gelen hem
Japonlar, hem yabancılar bunu biliyordu, Jamie ve Robert kurdukları sivil
toplum örgütleriyle gönüllü-depremzede arasındaki bağlantıyı sağlıyor ve onlar
da herkes gibi canla başla çalışıyordı her gün. Biz gittik, herkesin hayatına
geri dönmesi gerekiyordu. Onlar kaldı.
Bu yazı kaç kişiye ulaşır bilmiyorum, Türkçe yazdığım için
okurların çoğunun Türkiyeli olacağını da tahmin edebiliyorum. Bir ülkenin acısını paylaşmak, insanı ülkeye de acılara da yaklaştırıyormuş, sadece bunu söylemek isterim.
Japonya’da yaşayan Türkiyeliler’den Kumamoto’ya yolunu
düşürmek isteyenler IDRO Japan’a ve INJM’ye şu bağlantılardan ulaşabilirler:
ve ekip fotoğrafımız
Yorumlar
Yorum Gönder