Evsizin Örgüsündeki Renkler
Evsizin Örgüsündeki Renkler
Gerçek miydi diye bakmıştım, sonra
gerçek olduğunu anlamıştım. Kamogawa’nın kıyısında renklere karışmış bir
evsizdi gördüğüm.
Rengarenkti, bordo ve mor hakimdi
renklerine. Beresi mor, eldivenleri bordoydu. Yanında eski bir bisikleti,
uzaklara ya da yakınlara taşımak üzere yerleştirdiği evi vardı; bisikletin
üstünde bir yığın halini alan eşyalardan oluşan. Üzerinde bir battaniye
seriliydi, eşyalarını göremiyordum. Hoş, eşyalarına değil, yalnızca örgülerine
bakıyordum ben.
Şişleri eline almış, örgü örüyordu.
Elleri hızla renklerin arasında gidip
geliyor ve ördükçe örüyordu, bir ilmek daha sonra bir ilmek daha.
Nasıl bu kadar hızlı ördüğünü, kaç
zamandır örgü ördüğünü, bütün bu örgüleri neden ördüğünü, bunları ne yapacağını
düşünürken, karşısında dikilip kaldığımı hiç farketmemiştim.
Oysaki yanımdan insanlar geçiyordu,
ara ara ona baktığım noktanın içine başka vücutlar karışıyor ama o asla benim görüş alanımdan çıkmıyordu. Gözlerimin
onda kilitlenmiş olmasının bunda etkisi olsa gerekti.
Beni görüyor muydu emin değildim o
sırada, ama sonra onun da benim nereye baktığımı anlamaya çalıştığını fark
ettim, ona baktığımı anlamıştı.
Elindeki örgüyü gösterdi uzaktan,
sonra “gel” der gibi kafasını salladı ya da ben öyle anlamak istedim. Gittim.
Paltom mor, berem bordoydu ve elindeki
morlu örgüye bir düğüm atıp bana uzattığında şaşkınlığımın nedeni renklerimizin
Kamogawa’nın kıyısında böylesine ortaklık taşıması ve bir de birbirimizi
bulmamızdı. Onu alıp evime götürmek istesem, biliyordum ki uzattığı örgüyü alıp
cebime koymamdan daha mutlu olmayacaktı o, belki evi yoktu ama gönlü tüm
dünyanın tam içindeydi, o yüzden onun evi yaşadığı yerdi. Dört duvarlı bir ev
onu ancak bir alana sıkıştırırdı.
Dayanamadım, sordum.
“Neden
bu kadar çok örgü örüyorsun?” Sonbahardı, kışa çalıyordu hava. Soğuktu.
Hele onu gördüğüm saatler hep akşamüzeri oluyordu. Akşamın kaçına, kaçın
ayazına kadar orda duruyordu, kesinlikle bilmiyordum. Tek bildiğim onun benim
onun adına endişe ettiğim hiç bir şeyi dert etmediğinin yüzündeki örgülere
yansıyan pırıltısından anlaşıldığı idi.
“Dışarda çok kişi var,” dedi. Elleriyle
Kyoto’yu, Kyoto’nun dağlarını, Kyoto’nun ötelerini gösterdi. Hem bu kentin
içini, hem bu kentin dışını kastettiğini, başka kentleri, uzakları, yeryüzünü,
dünyayı, diğer coğrafyaları kastettiğini anlamıştım.
“Çok da çocuk var,” dedi. Oturduğu
yerdeki poşetimsi bir çantayı altından çekti, içinde başka bir poşete sardığı
kimi fotoğrafları özenle çıkardı, bir kaç tanesini seçip bana uzattı. “Bak,”
dedi, “bunlar benim bir arkdaşımın çocukları. Arkadaşımı geçen yaz kaybettim. O
da evsizdi. Çocukların da gideceği yer yok o nedenle. Yani onlar mütemadiyen
dışardalar.”
Gösterdiği fotoğraftaki çocuklara
baktım. Birinin başında mavi bir bere, diğerinde siyah bir bere vardı.
Yüzlerinde fotoğrafın dışına kadar çıkan şen bir gülücük, dünyaya meydan okuyan
bir neşe vardı. Aslında karşımda örgü ören Kyotolu evsizin yüzündeki bu neşeyle
neredeyse aynıydı. Onlar hayata meydan okuyorlardı.
“Çok da yaramazlar, sürekli, eldiven,
bere, atkı eskitiyorlar, kazaklarını yırtıyorlar. Onlara kışlık kıyafet
hazırlıyorum ben.”
“Ama bunu sana vermek istiyorum daha
çok. Lütfen kabul et. Tanıdığın bir çocuğa verirsin.”
Ağzımdan bir şeyler çıktı ama ben bile
anlayamadım. Ona hayranlığım beni dilsizleştirmiş, dilsizliğim karşısında
donmuştu. Ağzımdan çıkanları benim bile duymamam ve anlayamamam bundan
olacaktı. Sessizce mor atkıyı aldım. Yumuşacıktı. Yüzüme değdirdim. “Sıcacık,”
diyebildim bu kez. Gülümsedi.
Ben ellerimdeki mor atkıya bakarken, o
bu kez bordo bir yün almış, yeni bir örgüye başlamıştı. Gözlerindeki ve
varoluşundaki meydan okuma, ellerini harekete geçiriyor ve onun yaşamda kalma
nedeni morlu bordolu atkılara, eldivenlere, berelere dönüşüyordu.
Osaka’ya gideceğim bir gün, mor atkıyı
yanıma aldım. Osaka’da evsizlerin çokça yaşadığı bölge olan Kamagasaki’ye
uğradım. Sokakta yürürken gördüm onu. Kyoto’da çocuklara örgüler ören evsiz
arkadaşımın yüzündeki meydan okumadan vardı yüzünde. Çantamdan mor atkıyı
çıkardım ve boynuna sardım.
Şaşkınlıkla baktı ve koşarak kaçtı,
atkı onundu artık.
Sonra ben düzenli olarak morlu bordolu
örgülerin arasına karıştım Kyoto’ya döndüğümde.
Yorumlar
Yorum Gönder