Boş-Luk

Boş-Luk

20.11.2008



Zaman ilerliyor. Tik-tak. Kulağında gonglar uçuşuyor. Din-dan-din-dan. Caddeden arabalar geçiyor. Hangisi daha gürültülü? Mekânsal ve zamansal kirlilik mi; içinden yükselen böceklerin oluşturduğu kirlilik mi? Kulağında bir sinek vızıldadı şimdi. Dışarıda bir kamyon, horultusuyla bakışları üzerine çevirdi. Etrafına baktı kahraman. Adı kahraman onun. Bir kedi, bir timsah ya da bir geyik. Nergis, erguvan ya da lale. Her nesne kahraman, hiçbir isim gerçek değil. Bütün insanlar maskeli. Maskelerin ardında maskeler var, otobüslerin içinde karabataklar. Bir kahkaha duydu kahraman, kafasını çevirdi, bir hayal gördü; bir grup mutlu insan rakılarını ona doğru kaldırıp, "şerefe" diyorlardı. Gerçek miydi bu? "Kim biliyor ki sanki?", dedi, kalemlerini yiyerek. Kahkahayla mutluluk ilişkisini düşündü çok kısa, anlamadığı dilde bir şey söyledi, mutlu kahkahanın sahibi -saçını atkuyruğu yapıp, kuyruğunu şapkanın arkasındaki boşluktan çıkaran- esmer kız. "Şerefe" imgesi yan masadaydı hâlâ. Şapkalı kızın olduğu masada. Rakı bardakları havadaydı. "Kendi gerçeğinizin o an olduğunu düşünüyorsanız, için" diye bağırdı. Kahkahalar arttı, rakılar bitirildi. Gruptaki şapkalı kızın şapkasını çıkarıp, "o an"dan gitme cesaretinin olup olmadığını düşündü. "Hah! O andan gitme mi dedin? Sen yaparsın bunu sadece, sen, hiçbir yerde olmayı başaramayan, başardığını sandığı anda bile bunu düşündüğü için, çoktan "o an"dan gitmiş olan sen!" diye yanıtladı iç sesi bu düşüncesini. Çöpü karıştıran kediye baktı, çirkindi. Sevmiyordu çirkin demeyi herhangi bir hayvana. "Çirkin işte" diye inatlaşacaktı ki iç ses, kedi engel oldu; "Çirkinim, boş versene, bu senin meselen değil, işine bak."
"Hey, sen-sen-sen konuştun!" diye kekeliyordu ki, kedi, kocaman diliyle çöpten bulduğu en büyük parçayı hızlıca mideye indirdi, yan masanın dibindeki taburenin üstüne fırladı, ordan masaya geçti, kahramana arkasını döndü, yüksek bir "miyav" sesi çıkararak koşmaya başladı.
"Kediye de ruhumdan bir parça geçmiş olmalı" diye düşündü. Kediyse, "kedi olduğundan haberi yok bu delinin" düşüncesiyle zıplıyordu, kahramanın düşüncesiydi bu aslında, nesnelerin bir ve aynı olması…
Yan masadaki grup kediye bakıp gülmeye başladılar. Kahraman çıldırdı. "İnsanlar sadece gördükleriyle yaşıyorlar" düşüncesiydi onu çıldırtan… Kediye fazla misyon yükledi. Kedi koşarken şapkalı kızın kucağına fırladı. Kız bağırmaya başladı, kedi miyavlamaya. Kedi, her şeyi kontrol ettiğini sanıyordu. Yanılıyordu oysa; kahraman kedi deliliğinden daha üstün bir deliliğe sahipti. Öldürecekti kediyi. Kamyonu bile seçmişti. Art arda gelen üç kamyondan ortadaki, şoförü en şişman ve elinde sigarası olana -yemesi gerektiğinden fazla yiyip kaynakları tükettiği ve herkesi zehirlediği için- bu psikolojide bile bunları düşündüğüne inanamadı -belki de umut vardı hâlâ kendisi için- öldürtecekti kediyi.

TELEFON ÇALDI. Ekranda "aşk" yazıyordu. İçi aydınlandı. Apaydınlık oldu. Parlamaya başladı. Kedi gördü. Halesini gördü kedi. Işıklı görüntüler saçmaya başladı kahraman. Aşk mıydı bunu yaptıran? "Komik" dedi kendine. "Komiksin." Kendine gidecekti yine. Kendi yolculuğunda yok olurken ya da yeniden oluşurken, kediyi ya da başka bir canlıyı kullanmaya hakkı olmadığını düşündü. Kendi meselesiydi "dünyasal ve içsel kavgası." "Ben katil değilim" diye düşündü. Tekrarladı bunu. "Sadece kendimi öldürmeye hakkım var, onu da seçmiyorum." Masadan kalktı, şapkalı kızın olduğu gruba, küçümseyen bir bakış fırlatacakken vazgeçti, onların seçimiydi. Hayatın yanılsamalarını görmemek, baktıkları yerde sadece birbirlerini ve olanları görmek onların seçimiydi, kalabalıklara karışacaktı, ondan da vazgeçti. Üç gün önceki çatışmasının sorusu da buydu: "Kalabalık mı iyi geliyor bana, yoksa benlerden oluşan bensiz dünyada olmak mı?" Hep iç içe mi hissedecekti böyle? Hep ama… Hep…
Acelesi yoktu. İzindeydi o gün. Ruh izni. Kendi saatlerine böyle derdi kahraman. Güneşe baktı, batarken daha da aydınlandığını gördüğü ilk andı. "Mümkün mü?" dedi… Aşka döndü, aynı aydınlık onda da vardı, "mümkün"dü… Sonra aşk koluna girdi, farklı iki ruhun bir olduğunu düşünmenin yanılsama olduğunu bilmenin derin hazzıyla -kendi olacaktı böylece hep ama diğerini de içinde taşıyacaktı- ama kalbinin içindeki iç içe gözde, birbirlerine karışmadan, beraberce yaşayacaklardı- yürümeye devam etti. Kediyi kuş yaptı şimdi de, kuşu da uçaktan yükseğe salıverdi. Aşk, uçağı gösterdi, sessizce, sessiz uçağa baktılar. Arkasında bıraktığı beyaz izde, beyaz bir martı uçuyordu. Aşk, martıya duyduğu aşktan bahsederken, kahraman, yanılsamalarla dolu olan hayatın bir kedi kalbini kazanmaktan başka bir şey olmadığını, aslında bir ve tek olunduğunu, düşündü. Ve martıya gülümsedi… Aşk da zaten yanı başında gülümsüyordu…

TELEFON ÇALDI. Ekranda tanımadığı bir numara vardı. Sinirli bir sesle açtı. Karşıdaki "orkestra şimşek mi" diye sordu. Kahraman kahkahalarla gülmeye başladı; duyduğu ve gördüğü her şeyin, içindeki durumla benzeşen ya da farklılaşan yönlerini bulup işkence ediyordu kendine. Benziyorsa, bunu bulabildiği için -böylesine ruh haline benzer herhangi bir şey-bir imge bile olsa- bunu, onun o ruh halinin -karanlık ve kuyu dolu- devamını istediğine yoruyor, daha da çöküyordu; farklı ise ve benzeşim kuramıyorsa kendiyle, kendi hislerinin tek olduğuna daha da inanıp, kendinin dünya dışı bir ucube olduğuna inanmaya devam ediyordu, kendiyle batırıyordu kendini, daha derine, hep… Ama birinciyle ikinci arasında bir fark yoktu aslında onun için, o içinde kendi "ölümcül" tekilliğini yaşıyor ve nereye giderse gitsin, bunu kendisi taşıyordu. Farkında olmadığı tek şey buydu. Ve şimdi de telefondaki ses "orkestra şimşek mi" diye soruyordu, o da " evet, içimden yükselen sesler senin orkestransa ve de birazdan hepsini senin üzerine yönlendirmemle bir şimşek oluşturmayı başaracaksam ve sen o ses kirliliğinin içinde kendi müziğini yapmayı kabul ediyorsan, burası orkestra şimşek" diye cevap verdi… (agresif) Karşıdaki hiçbir şey söyleyemeden telefonu aldı ve çamura fırlattı, yan masadakiler ona baktılar, kedi durduğu yerde sırıtmaya başladı, telefonun yanına gitti, telefonun yanında bir çukur kazmaya başladı. Kahraman kediye bakıyordu ne yaptığını anlamak için. Kedi "bekle" dedi. Kazdı, kazdı, kazdı. Kahraman kediye yaklaştı, kedi kazabileceği en derin çukuru kazdı ve telefonu oraya itti. Kahraman öne atıldı, "ne yapıyorsun?" dercesine baktı kediye, "seni çamura gömüyorum" dedi kedi, okumuştu gözlerinden soruyu. Kahraman anlamadı, kedi de anlatmak istemedi. Ama kahraman kalakalmıştı ve nedense hiçbir şey yapmadan( yap-a-ma-dan mı?) sadece izliyordu. Kedinin onun adına seçtiği şeye cesareti olmadığı için, hiçbir zaman bir adım atamayacağını kedinin görmüş olmasından duyduğu memnuniyetten dolayı mı bir şey yapmıyordu?
O bunu düşünürken, kedinin ne düşündüğünü anlamaya çalıştı. Ne yapıyordu? Kedi, "dedim ya, seni tarih yapıyorum, çünkü sen olmamayı tercih ediyorsun, görüyorum" dedi. Kahraman baktı sessizce, kedi ne demek istiyordu? O, yaşamı seviyordu-(muydu)? Kedi, patilerini yalamaya başladı, çamurdan arındırıyordu kendini, kahraman ellerini üstüne sürmeye başladı, farkında değildi; kedi ne yaparsa onu yapıyordu…
Telefonu neden önemliydi bu kadar? "İtiraf et" dedi kedi. "Seni görüyorum." "Defolup gitmek istediğini, kendini hiçbir yere sığdıramadığını ve insanlardan olmadığını biliyorum…"
"İnsanlardan olmamak…" İtiraf edemediği şey… Sessizleşti kahraman, psikopat bir kedinin elinde olduğunu bilmiyordu henüz, kedi ona kendisini anlatıyor, yol gösteriyor sanıyordu… Bir de, kediyi öldürmemişti ilk düşünsel çıldırmışlığında, sesli bir devrimdi orda yaptığı, şimdiyse ipler kedinin elindeydi -nasıl verdiğini bilmiyordu- kendi dehlizinde boğulurken, süreci takip edememişti… Şimdi o yüzden düşünsel sessizliğinde kediden kötü bir şey beklemiyordu… İnsanların, sevgilerin, ilişki yumaklarının, hayatların aslında kendi hayatında hiç yer etmediklerini düşünüyordu, ellerini hızlıca üstüne sürüp, ayağıyla çamuru eşelerken…
Kedi tüylerini, kahraman sırtını ileri geri sallaya sallaya yola çıktıklarında, kedi önde, kahraman arkadaydı ve kahraman, hayatına girmeyen insanlara, istediği hayatları seçemeyişine, seçtiği hayatların istediği gibi çıkmamasına, "orkestra şimşek"e, her şeye küfrederken, ağzından çıkan seslerin kedi miyavlaması olduğunu anlamadı.
Uçurumun kıyısındaydılar; kedi dişiydi, kahraman erkek; uçurumun dik yakasında minicik bir ağaç vardı, dişi kedi acı sesler çıkararak ve dolana dolana ağaca zıpladı, kediliğe alışamayan kahramanın -erkek kedinin- bunu yapamayacağını biliyordu… Ve kahraman kedi, insan-kedi arası bir sesle, ağaca atlamaya kalkarken, uçurumdan aşağıya yuvarlandı.
Sabah kıyıya gelen insanlar, arka üstü yatmış, dilinin üstünde söylenmemiş sözcükler ve gözlerinde gözyaşlarıyla kalakalmış bir kedi cesedi buldular, anlam veremediler…
Sayı: 32, Yayın tarihi: 20/11/2008
http://www.mavimelek.com/bos_luk.htm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kadına Yönelik Şiddet, 14 Şubat ve Japonya'da kadın-erkek ilişkileri üzerine

Kenzaburo Oe, Kişisel Bir Sorun

Fuji Gölleri ve Fuji Dağı'na Tırmanış